Hazırlayanların ellerine sağlık. Bunu ve diğer peynir tabaklarını..
Bayılıyorum böyle düzgün kesilmiş, çeşit çeşit peynirlerle dolu tabaklara bakmaya..Lakin uzatıp çatalımı alıp yediğim yok..Peynir takıntımı biliyorsunuz. Neyse ki tabaktan alıp yiyemesem de peynirli börek, omlet, peynirli pide, tost yiyerek ihtiyacımı karşılıyorum. Yani çiğ değil pişmiş seviyorum:)) Ama bende herkes gibi kahvaltıda, akşam yemeklerinin başlangıçlarında tabaktan alıp alıp yeseydim, böyle dökülmezdi dişlerim. Kuzular, yavrular, sevgili çocuk yetiştiren ana-babalar; evlatlarınıza peynir yemenin ve hayatın her döneminde, her yaşında gece-gündüz süt içmenin önemini lütfen göz ardı ettirmeyin. Dilerim her haneye, her bünyeye süt ve süt ürünlerini bol bol yiyebilecekleri, tüketebilecekleri maddi ve bedensel imkanlardan yeterince bahşeder yüce yaradan. Neler oluyor yakınlarımda ki hayatlarda, neler oluyor bana!. Koca bir ayı diş ağrısı, dişçi koltuğu, morfin, şiş yanak, proteze ek, yapılanı kullanamama, tekrar acı çekerim diye diş hekimine bir daha gitmeme ile geçirdim. Şimdi daha iyiyim, ama hiçbir şey, kalsiyum sevmeyenlere lütfen içinize, iliklerinize, kemiklerinize kalsiyum depolayın dememe engel olamaz. Planladığım bir çok şeyi yapamadım. Mesela biletlerim(opera-bale) benim için yandı sayılır, başkalarına yaradı. Ama derslerim iyi gidiyor gibi gibi. Bayağı yeni şeyler öğrendim. İşler de eh işte, ne sıkı ne işsizim.. Yıllarca aynı personel servisine bindiğimiz, çok fazla samimi olmasak da ara sıra hoş sohbetlerde bulunduğumuz genç bir mesai arkadaşımız, bir zamanlar aynı kurum çatısında farklı görevlerde bulunduğumuz arkadaşımız vefat etti. Hem de ne hüsran dolu bir ölüm. Basından duymuşsunuzdur. Hamile olduğunu emrinde çalıştığı kişiye söyleyememesi, izin vermez korkusu ve endişesi ile stresli çalışması, az biraz kilosu(aslında endişe edici boyutta kilolu değildi ama), biraz kalp ve tansiyon rahatsızlığı vb. derken, akşam kampüs bahçesinde eşini beklerken, tam evine, 9 yaşındaki yavrusuna kavuşmak üzere yola çıkmış iken aniden rahatsızlanıp, 10 dakika içinde hastaneye bile götürülemeden yolda hayatını kaybeden arkadaşımıza yandı bu ay içimiz. Ya eşi, ya çocuğu, ya ölüm anında karnındaki bebelerden yaşatılan bir tanesi, ya ailesi onlar nasıl yandı ki?.. Bu dünyadan yalnız göçüp gitmedi, henüz hayata gözlerini açamayan ikiz bebeklerinden birini de yanında götürdü.. Cennet mekanları olsun.
Ayrılıktan zor belleme ölümü, Görmeyince sezilmiyor Mihriban..
(Nur içinde yat, beben ile beraber Mihriban)
Ne para, ne pul, ne makam, ne mevki, ne iktidar, ne zafiyet, ne şan, ne şöhret, ne de bu fani dünya bize mülkiyet. Her şey öyle geçici ki. Öyle yalan ki. Öyle burada kalıcı ki. Öyle, öyle, öyle.. ve işte böyle boş ki!. Öyle ise hayat niye böyle?. Niye, niye?.. Öyle ise dünya niye böyle, ülkem niye?. Niye?.. Geç git artık 2013. Git ve alıp gittiklerinin iyi yanlarını, güzel anılarını bırak bizlere. Acı sende kalsın, tatlıyı bırak bize. Açlık sende kalsın, buğday yeşert bize. Bahsi kötü konular, zulüm ve haksızlıklar, anlamsız kavgalar, afetler, tufanlar eksiye dair ne varsa sende kalsın.. Bu gün son gün. Haydi koca bir yıldan güzel bir an, güzel bir gün kalsın bana. Yanı başımda ki, yakınlarımda ki, biraz da uzaklarım da ki hayatlara; ilk ve son kez iyilik yap, sessizce çık, git anılarımızdan. Unutalım seni. Yaşattığın çirkinlikleri, kötülükleri.. Haydi güzel güzel git. Son anların da gider ayak, daha fazla üzme bizleri.. Okumak istiyorum, yazmak istiyorum, düşünmek istiyorum, paylaşmak istiyorum; ama elim-kolum kalkmıyor. İnanmak istiyorum, âti'nin güzel olacağına. Bereketli geleceğine. Mutluluk getireceğine. İnanmak istiyorum. Çok çok inanmak istiyorum. Yürekten inanmak istiyorum.. Öyle ise; haydi gel yeni yıl. Huzur getir hayatlarımıza. Evet; huzur, barış, refah, sağlık afiyet getir; mülkiyeti fani bedenlerimize, gelecek güzel günlerimize, yepyeni senemize..
Mutluluk patlaması yaşayın her biriniz.
Hepimiz
Güzel Ülkemiz, yaşlı dünyamız..
Çok mutlu, çok huzurlu olalım..
Hoş hoş gel yeni yıl.
İyilikle, güzellikle dolu dolu gel..
Kaymaklı, elma püreli tabii ki karanfil, tarçın ve cevizli.
Karşınızda: Ayva Güzeli..
Bu günlerde herkesin hayatında kırmızı hakimiyet kazanmış durumda. Kimi yılbaşı kırmızı diyor, kimi kırmızı sofralar süslüyor. Aşkın adı bile kırmızıymış, 'Aşk Kırmızı' diye filmler yapılmış.. Ben de aşığım; ayvanın reçeline, tatlısına, kokusuna, pişmiş ya da pişirilecek her haline.. Bale'ye gidemedim. Biletim yandı. Diş ağrım beni hırpaladı. Dersler! eh iyi işte. Bütçe çalışmaları tam gaz devam etmekte. Çok sevdiğim bir aileye konuk gitmeliydik. Saygıdeğer bir büyüğümüz de gelecekti. Eee tabii eli boş gidilmez. Pasta falan alınır genelde. Ama ben kendim bir şey yapıp götürmek istedim. Huzurlarınızda çok sevdiğim tarifim:))
MALZEMELER: 6 ayva, 3 tatlı elma, 6 çay bardağı toz şeker, 2 çubuk tarçın, 3-5 karanfil tanesi, 1 çay bardağı ceviz içi, 1 tatlı kaşığı toz tarçın, 1 tahta kaşık toz şeker daha, kaymak, 1 çay kaşığının ucu ile çok az gıda boyası (koymayabilirsiniz) süslemek için bir tutam toz şam fıstığı ve nane yaprakları. YAPILIŞI: -Ayvaları yıkayıp kabuklarını soyalım, ortadan ikiye bölelim, çekirdek kısımlarını temizleyip, ortasını çukurlaştıralım, soyduğumuz kabukları ve ayvaları (ayva çekirdeklerini sakın atmayın) limonlu su içine atalım. -Tüm ayvaları soyup hazırladığımızda, tatlıyı yapacağımız tencerenin altına limonlu sudan çıkarıp tekrar yıkadığımız kabukları, ayva çekirdeklerini ve ayvaları koyalım. -Her ayvanın içine yarım çay bardağı toz şeker koyalım ve 2 çubuk tarçın ile 3-5 karanfil tanesini de tencereye ekleyip, ayvaların dibini biraz geçecek kadar su koyalım, pişirmeye başlayalım. -Kaynayınca altını kısalım, kısık ateşte kaynamaya devam etsin. -Elmalarımızın kabuklarını soyup, çekirdeklerini temizleyelim. Rendenin iri tarafı ile rendeleyelim. -Rendelenmiş elmaların içine 1 tahta kaşığı toz şeker koyup kısık ateşte yumuşayıp suyunu çekene kadar pişirelim. Altını kapatmadan önce toz tarçın ve cevizi ekleyip birkaç dakika sonra altını kapatalım. -Elma püresini bekletmeden ayvalarımızın içine paylaştıralım. Bu aşamada ayvaları bir tepsiye alıp üzerini folyalayıp, bir süre fırına da sürebiliriz ya da benim yaptığım gibi çay kaşığı ucunda gıda boyası ekleyip, tencerede kaynatmaya devam edebilirsiniz.. -Yumaşacık piştiğinde, suyu koyulaşıp kıvam aldığında ve mis kokusunu etrafına saldığında 'Ayva Güzeli'miz hazır demektir.. -Kaymak, toz fıstık ve nane yaprakları ile süsleyebilirsiniz. Afiyet bal şeker olsun. Yeni yılınız tatlı tatlı geçsin..
Bu gün blog yaş günüm.. Bu gün 3 yaşına gireceğim, 2'ye veda edeceğim.. Gün bitti bile, ben yeni gelebildim sizlerin gözüne, gönlüne. Yani; hâla meşguliyetimin devam ettiğinin göstergesidir bu.. Ama biliyorum, gördüm, duydum gönül kapımdasınız. Süpriz parti yapmışsınız bana:)). Buradasınız, yanımdasınız. Teşekkür ederim. 730 gündür benimle olduğunuz için teşekkür ederim.. Bu gün 731.gün ve hepinizi çok sevdiğimi söyleyip gidiyorum.. Beni özlemekten asla vaz geçmeyin emi.. :)
Sadece Aşk için değil, Bu güzel hayat için.. Yaradan ve yaradılan her şeyi, Sevmeyi seviyorum..
Başka bir yar, başka bir dosta meylediyorsun, etme.
Sen yad eller dünyasında ne arıyorsun yabancı?
Hangi hasta gönüllüyü kastediyorsun, etme!.
Çalma bizi, bizden bizi, gitme o ellere doğru.
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun, etme.
Ey ay, felek harab olmuş, altüst olmuş senin için...
Bizi öyle harab, öyle altüst ediyorsun, etme!…
Ey, makamı var ve yokun üzerinde olan kişi,
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun, etme!.
Sen yüz çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan.
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun, etme!.
Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan.
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun, etme!.
Aşıklar la başa çıkacak gücün yoksa eğer;
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme!.
Ey, cennetin cehennemin elinde olduğu kişi,
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun, etme!.
Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize,
O zehir-i o şekerle sen bir ediyorsun, etme!.
Bizi sevindiriyorsun, huzurumuz kaçar öyle.
Huzurumu bozuyorsun, sen mahvediyorsun, etme!.
Harama bulaşan gözüm, güzelliğinin hırsızı.
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun, etme!.
İsyan et ey arkadaşım, söz söyleyecek an değil.
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme!..
Mevlana Celaleddin Rumi
Mevlânâ Celâleddîn-î Belhî Rûmî (Farsça:مولاناجلالالدینمحمدرومی / Mevlānā Celāleddīn Muhammed Rūmī
(30 Eylül 1207, Belh- 17 Aralık 1273, Konya), İslam ve batı dünyasında
tanınmış, şâir ve düşünce adamıdır. Tasavvufta Mevlevî yolunun öncüsüdür.
Mevlana portresini ve Mevlana Türbesini ilk defa yaptıran Prenses Gürcü Hatun
ile yakın dosttur. Bilinen tek Mevlânâ portresinin ve Mevlânâ türbelerinin
ortaya çıkışı bu şekilde olmuştur.
Mevlânâ Horasan'ın Belh yöresinde bugün Tacikistan sınırları
içinde kalan Vahş (Farsça: وخش; Tacikçe: Вахш) kasabasında doğmuştur. Annesi, Belh Emiri
Rükneddin'in kızı Mümine Hatun; babaannesi, Harezmşahlar hanedanından Türk
Prensesi, Melîke-i Cihan Emetullah Sultan'dır.
Babası, 'alimlerin sultânı' unvanı ile tanınmış, Muhammed
Bahâeddin Veled; büyükbabası, Ahmed Hatîbî oğlu Hüseyin Hatîbî'dir. Babasına
Sultânü'l-Ulemâ unvanının verilmesini kaynaklar Türk gelenekleri ile
açıklamaktadır. Etnik kökeni tartışmalı olup; Fars, Tacik veya Türk olduğu
yönünde görüşler mevcuttur.
Mevlânâ Celâleddin-î Rûmî (Rûmî adı, Anadolu'ya yerleşip
orada yaşadığı için (o dönemde Anadolu'ya Diyarı-ı Rum deniliyordu);
"Efendimiz" manasına gelen Mevlânâ ise, kendisine karşı duyulan büyük
saygının belirtisi olarak verilmiştir), dönemin İslâm kültür merkezlerinden
Belh kentinde hocalık yapan ve Sultan-ül Ulema (Alîmlerin Sultânı) lakabıyla
anılan Bahaeddin Veled'in oğludur. Mevlânâ, babası Bahaeddin Veled'in ölümünden
bir yıl sonra, 1232 yılında Konya'ya gelen Seyyid Burhaneddin'in mânevi
terbiyesi altına girmiş ve dokuz yıl ona hizmet etmiştir. 1273 yılında vefat
etmiştir.
Mevlana Müzesi, Konya
Harzemşahlar hükümdarları Bahaeddin Veled'in halk üzerindeki
etkisinden her zaman tedirgindi; çünkü o, insanlara son derece iyi davranır,
ayrıca onlara her zaman anlayabilecekleri yorumlar getirir, derslerinde
kesinlikle felsefe tartışmalarına girmezdi. Söylenceye göre, Bahaeddin Veled
ile Harezmşahlar hükümdarı Alaeddin Muhammed Tökiş (ya da Tekiş) arasında geçen
bir olaydan sonra Bahaeddin Veled ülkesini terk eder; Bahaeddin Veled bir gün
dersinde, felsefeye ve felsefecilere şiddetle çatmış, onları İslâm dininde var
olmayan bid'atlerle uğraşmakla suçlamıştı. Ünlü felsefeci Fahrettin Razî buna
çok kızdı ve onu Muhammed Tökiş'e şikayet etti. Hükümdar, Razî'yi çok sayar ona
özel olarak itibar ederdi. Razi'nin uyarıları ve halkın Bahaeddin Veled'e
gösterdiği ilgi ve saygı bir araya gelince, kendi yerinden kuşkuya düşen Tökiş,
Sultanü'l Ulemaya şehrin anahtarlarını göndererek şöyle dedirtti: Şeyhimiz eğer
Belh ülkesini kabul ederse bugünden itibaren padişahlık, topraklar ve askerler
onun olsun bana da başka bir ülkeye gitmem için müsaade etsin. Ben de oraya
gidip yerleşeyim, çünkü bir ülkede iki padişahın bulunması doğru değildir.
Allah'a hamdolsun ki ona iki türlü saltanat verilmiştir. Birincisi dünya
ikincisi ahiret saltanatıdır. Eğer bu dünya saltanatını bize verip ondan
vazgeçselerdi, bu çok geniş bir yardım ve büyük lütuf olacaktı.Bahaeddin Veled
de :İslam sultanına selam söyle bu dünyanın fani ülkeleri, askerleri,
hazineleri, taht ve talihleri padişahlara yaraşır biz dervişiz bize ülke ve
saltanat uygun düşmez dedi ve ayrılmaya karar verdi. Sultan çok pişman olsa da
Bahaeddin Veled'i kimse ikna edemedi (1212 ya da 1213).
Nişapur kentinde ünlü şeyh Ferîdüddîn-i Attâr onları
karşıladı. Aralarında küçük Celâleddîn'in de dinlediği konuşmalar geçti. Attâr,
Esrarname (Sırlar Kitabı) adlı ünlü kitabını Celâleddîn'e hediye etti ve
yanlarından ayrılırken küçük Celaleddin'i kastederek, yanındakilere "bir
deniz bir ırmağın ardına düşmüş gidiyor" dedi. Bahaeddin Veled'e de,
"umarım yakın bir gelecekte oğlunuz alem halkının gönlüne ateş verecek ve
onları yakacaktır" diye bir açıklama yaptı (Mevlânâ Esrarname 'yi her
zaman yanında taşımış, Mesnevî'sinde Attâr'dan ve onun kıssalarından sık sık
söz etmiştir).
Kafile, Bağdat'ta üç gün kaldı; sonra hac için Arabistan'a
yöneldi. Hac dönüşü, Şam'dan Anadolu'ya geçti ve Erzincan, Akşehir, Larende'de
(günümüzde Karaman) konakladı. Bu konaklama, yedi yıl sürdü. On sekiz yaşına
gelmiş olan Celalettin, Semerkandlı Lala Şerafettin'in kızı Gevher Hatun ile
evlendi. Oğulları Mehmet Bahaeddin (Sultan Veled) ile Alaeddin Mehmet,
Larende'de doğdular. Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat, sonunda Bahaeddin
Veled'i ve Celâleddîn'i Konya'ya yerleşmeye razı etti. Onları yollarda karşıladı.
Altınapa Medresesi'nde konuk etti. Başta hükümdar olmak üzere saray adamları,
ordu ileri gelenleri, medreseliler ve halk, Bahaeddin Veled'e büyük bir
saygıyla bağlandı ve müridi oldu. Bahaeddin Veled 1231'de Konya'da öldü ve
Selçuklu Sarayı'nda gül bahçesi denilen yere defnedildi. Hükümdar yas tutarak
bir hafta tahtına oturmadı. Kırk gün, imarethanelerde onun için yemek
dağıtıldı.
Mevlana'dan Tüm İnsanlığa Nasihat:
« Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
İster kafir, ister mecusi,
İster puta tapan ol yine gel, ,
Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...
Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz,
Şu tertemiz tarlaya sevgiden başka bir tohum ekmeyiz biz...
Beri gel, beri ! Daha da beri ! Niceye şu yol vuruculuk ?
Madem ki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik...
Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir. »
Babasının ölümünden
sonraki dönemi:
Babasının vasiyeti, Selçuklu sultanının buyruğu ve Bahaeddin
Veled'in müritlerinin ısrarlarıyla Celâleddîn babasının yerine geçti. Bir yıl
süreyle ders, vaaz ve fetva verdi. Sonra, babasının öğrencilerinden Tebrizli
Seyyid Burhaneddin Muhakkik Şems-î Tebrizî ile buluştu. Celaleddin'in oğlu Sultan
Veled'in İbtidaname (Başlangıç Kitabı) adlı kitabında anlattığına göre
Burhaneddin, Konya'daki bu buluşmada genç Celâleddîn'i o çağda geçerli İslam
ilim dallarında sınava soktu; gösterdiği başarıdan sonra "bilgide eşin
yok; gerçekten seçkin bir ersin. Ne var ki, baban hal ehli idi; sen kal (söz)
ehlisin. Kal'i bırak, onun gibi hal sahibi ol. Buna çalış, ancak o zaman onun
gerçek varisi olursun, ancak o zaman Güneş gibi alemi aydınlatabilirsin"
dedi. Bu uyarıdan sonra, Celâleddîn 9 yıl boyunca Burhaneddin'e müritlik etti,
seyr-û sülûk denen tarikât eğitiminden geçti. Halep ve Şam medreselerinde
öğrenimini tamamladı, dönüşte Konya'da hocası Tebrizi'nin gözetiminde art arda
üç kez çile çıkarttı, riyazete (her tür perhiz) başladı.
Hocası Celalettin'in arzusunun hilafına Konyayı terkederek
Kayseri'ye gitti ve 1241'de orada öldü. Celâleddîn, hocasını unutamadı. O'nun
kitaplarını ve ders notlarını topladı. Ne varsa içindedir anlamına gelen
Fihi-Ma Fihadlı yapıtında sık sık hocasından alıntılar yaptı. Beş yıl boyunca
medresede fıkıh ve din bilimi okuttu, vaaz ve irşatlarını sürdürdü.
Şems-i Tebrizi:
Ana maddeler: Şems-i Tebrizi ve Beyazid Bistâmî
1244'te Konya'nın ünlü Şeker Tacirleri Hanı'na (Şeker
Furuşan) baştan ayağa karalar giymiş bir gezgin indi. Adı Şemsettin Muhammed
Tebrizi (Tebrizli Şems) idi. Yaygın inanca göre Ebubekir Selebaf adlı Ümmî bir
şeyhin müridi idi. Gezici bir tüccar olduğunu söylüyordu. Sonradan Hacı Bektaş
Veli’nin "Makalat" (Sözler) adlı kitabında da anlattığına göre, bir
aradığı vardı. Aradığını Konya'da bulacaktı, gönlü böyle diyordu. Yolculuk ve
arayış bitmişti. Ders saatinin bitiminde İplikçi Medresesi'ne doğru yola çıktı
ve Mevlânâ'yı atının üstünde danişmentleriyle birlikte gelirken buldu. Atın
dizginlerini tutarak sordu ona:
- Ey bilginler bilgini, söyle bana, Muhammed mi büyüktür,
yoksa Beyâzîd Bistâmî mi?"
Mevlânâ, yolunu kesen bu garip yolcudan çok etkilenmiş,
sorduğu sorudan ötürü şaşırmıştı:
- Bu nasıl sorudur?" diye kükredi. "O ki
peygamberlerin sonuncusudur; O'nun yanında Beyâzîd Bistâmî'in sözü mü
olur?"
Bunun üstüne Tebrizli Şems şöyle dedi:
- Neden Muhammed "Kalbim paslanır da bu yüzden Rabb'ime
günde yetmiş kez istiğfar ederim" diyor da, Beyâzîd, "kendimi noksan
sıfatlardan uzak tutarım, cüppemin içinde Allah'tan başka varlık yok' diyor;
buna ne dersin?"
Bu soruyu Mevlânâ şöyle karşıladı:
- Muhammed her gün yetmiş mâkam aşıyordu. Her mâkamın
yüceliğine vardığında önceki mâkam ve mertebedeki bilgisinin yetmezliğinden
istiğfar ediyordu. Oysa Beyâzîd ulaştığı mâkamın yüceliğinde doyuma ulaştı ve
kendinden geçti, gücü sınırlıydı.; onun için böyle konuştu".
Tebrizli Şems bu yorum karşısında "Allah, Allah"
diye haykırarak onu kucakladı. Evet, aradığı O'ydu. Kaynaklar, bu buluşmanın
olduğu yeri Merec-el Bahreyn (iki denizin buluştuğu nokta) diye adlandırdı.
Oradan birlikte Mevlânâ'nın seçkin müritlerinden Selahaddin
Zerkub'un hücresine (medresedeki odası) gittiler ve halvet (iki kişilik kesin
bir yalnızlık) oldular. Bu halvet süresi hayli uzun oldu ki kaynaklar 40 gün
ile 6 aydan söz eder. Süre ne olursa olsun, Mevlânâ'nın yaşamında bu sırada
büyük bir değişme oldu ve yepyeni bir kişilik, yepyeni bir görünüm ortaya
çıktı. Mevlânâ artık vaazlarını, derslerini, görevlerini, zorunluluklarını,
kısaca her davranışı, her eylemi terk etmişti. Her gün okuduğu kitapları bir
yana bırakmış, dostlarını, müritlerini aramaz olmuştu. Konya'nın hemen her
kesiminde, bu yeni duruma karşı bir itiraz, bir isyan havası esiyordu. Kimdi bu
gelen derviş? Ne istiyordu? Mevlânâ ile hayranları arasına nasıl girmiş, ona
bütün görevlerini nasıl unutturmuştu. Şikayetler, ayıplamalar o dereceye vardı
ki, bazıları Tebrizli Şems'i ölümle bile tehtit ettiler. Olaylar böyle üzücü
bir görünüm kazanınca, bir gün canı çok sıkılan Tebrizli Şems, Mevlânâ'ya
Kur'an'dan bir ayet okudu.
Ayet,
İşte bu, sen ile ben'in arasındaki ayrılıktır. (Kehf Suresi,
78. ayet)
anlamına geliyordu. Bu ayrılık gerçekleşti ve Tebrizli Şems
bir gece habersizce Konya'yı terk etti (1245). Tebrizli Şems'in gidişinden son
derece etkilenen Mevlânâ kimseyi görmek istememiş, kimseyi kabul etmemiş,
yemeden içmeden kesilmiş, sema meclislerinden, dost toplantılarından büsbütün
ayağını çekmişti. Özlem ve aşk dolu gazeller söylüyor, gidebileceği her yere
gönderdiği ulaklar aracılığıyla Tebrizli Şems'i aratıyordu. Müritlerin bazıları
pişmanlık duyup Mevlânâ'dan özür dilerken, bazıları da Tebrizli Şems'e büsbütün
kızıp kinlenmekteydiler. Sonunda onun Şam'da olduğu öğrenildi. Sultan Veled ve
yirmi kadar arkadaşı Tebrizli Şems'i alıp getirmek üzere acele Şam'a gittiler.
Mevlânâ'nın geri dönmesi için yanıp yakardığı gazelleri ona sundular. Tebrizli
Şems, Sultan Veled'in ricalarını kırmadı. Konya'ya dönünce kısa süreli bir
barış yaşandı; aleyhinde olanlar gelip özür dilediler. Ama Mevlânâ ile Tebrizli
Şems gene eski düzenlerini sürdürdüler. Ancak bu durum pek fazla uzun sürmedi.
Dervişler, Mevlânâ 'yı Tebrizli Şems'ten uzak tutmaya çalışıyorlardı. Halk da
Mevlânâ'ya Tebrizli Şems geldikten sonra ders ve vaaz vermeyi bıraktığı, sema
ve raksa[kaynak belirtilmeli] başladığı, fıkıh bilginlerine özgü kıyafetini
değiştirip Hint alacası renginde bir hırka ve bal rengi bir küllah giydiği için
kızıyordu. Tebrizli Şems'e karşı birleşenler arasında bu kez Mevlânâ'nın ikinci
oğlu Alaeddin Çelebi'de vardı.
Mevlânâ Türbesi (Yeşil
kubbe):
Sonunda sabrı tükenen Tebrizli Şems "bu sefer öyle bir
gideceğim ki, nerde olduğumu kimse bilmeyecek" deyip, 1247 yılında bir gün
ortadan kayboldu (ama Eflaki onun kaybolmadığını, aralarında Mevlânâ'nın oğlu
Alaeddin'in de bulunduğu bir grup tarafından öldürüldüğünü ileri sürer). Sultan
Veled'in deyişine göre Mevlânâ adeta deliye dönmüştü; ama sonunda onun gene
geleceğinden umudunu keserek yeniden derslerine, dostlarına, işlerine döndü.
Tebrizli Şems'in türbesi Hacı Bektaş Dergahı'nda diğer Horasan Alperenleri'nin
yanındadır.
Selahattin Zerküb ve
Mesnevi'nin yazılışı:
Bu dönemde Mevlânâ, Şems-i Tebrizi ile kendi benliğini
özdeşleştirme deneyimini yaşıyordu (bu, bazı gazellerin taç beyitinde kendi
adını kullanması gerekirken, Şems'in adını kullanmasından da anlaşılmaktadır).
Aynı zamanda Mevlânâ kendine en yakın hemhal olarak (aynı hali paylaşan dost)
Selahattin Zerküb'u seçmişti. Şems'in yokluk acısını onunla özdeşleştirdiği
Selahattin Zerküb ile gideriyordu. Selahattin, erdemli ama okuması yazması
olmayan bir kuyumcuydu. Aradan geçen kısa bir zaman içerisinde müritler de Şems
yerine Selahattin'i hedef edindiler. Ne var ki Mevlâna ve Selahattin
kendilerine karşı duyulan tepkiye aldırmadılar. Selahattin'in kızı "Fatma
Hatun" ile Sultan Veled evlendirildi.
Mevlânâ ile Selahattin on yıl süreyle bir arada bulundular.
Selahattin'i öldürme girişimleri oldu ve bir gün Selahattin'in Mevlânâ'dan
"bu vücut zindanından kurtulmak için izin istediği" rivâyeti yayıldı;
üç gün sonra da Selahattin öldü (Aralık 1258). Selahattin cenazesinin ağlayarak
değil, neyler ve kudümler çalınarak, sevinç ve şevk içinde kaldırılmasını
vasiyet etmişti.[kaynak belirtilmeli]
Selahattin'in ölümünden sonra, yerini Hüsamettin Çelebi aldı.
Hüsamettin, Vefaiyye tarikatının kurucusu ve Tacu'l Arifin diye bilinen Ebu'l
Vefa Kürdi'nin soyundan olup dedeleri Urmiye'den göçüp Konya'ya
yerleşmişlerdi.[8] Hüsamettin'in babası, Konya yöresi ahilerinin reisiydi. Onun
için, Hüsamettin Ahi Türk oğlu diye anılırdı. Varlıklı bir kişiydi ve
Mevlânâ'ya mürit olduktan sonra bütün servetini onun müritleri için harcadı.
Beraberlikleri Mevlânâ'nın ölümüne kadar on yıl sürdü. O aynı zamanda Vezir
Ziyaettin tekkesinin de şeyhiydi ve böylece iki ayrı mâkam sahibiydi.
Mevlânâ Celâleddîn
Rûmî'nin Mevlana Müzesi'nde bulunan türbesi, Konya:
İslâm tasavvufunun en önemli ve en büyük yapıtı kabul edilen
Mesnevî-i Manevî (Mesnevî) Hüsamettin Çelebi aracılığıyla yazılmıştır. Bir gün
birlikte sohbet ederlerken Çelebi bir konudan yakındı ve "müritler",
dedi, "tasavvuf yolunda bir şeyler öğrenmek için ya Hâkim Senaî'nin Hadika
adlı kitabını okuyorlar ya Attâr'ın "İlâhînâme" 'sini, ve
"Mantık-ut-Tayr" 'ını (Kuş Dili) okuyorlar. Oysa bizim de eğitici bir
kitabımız olsaydı herkes bunu okuyacak ve ilâhi gerçekleri ilk elden
öğrenecekti." Hüsamettin Çelebi sözünü bitirirken, Mevlânâ sarığının
katları arasından bükülmüş bir kâğıt uzattı genç dostuna; Mesnevî 'nin ünlü ilk
18 beyti yazılmıştı ve hoca, müridine şöyle diyordu: "Ben başladım,
gerisini sen yazarsan ben söylerim."
Bu çalışma yıllar boyu sürdü. Yapıt, 25.700 beyitten oluşan 6
ciltlik bir bütündü. Tasavvuf öğretisini çeşitli öyküler aracılığıyla
anlatıyor, olayları yorumlarken tasavvuf ilkelerini açıklıyordu. Mesnevî
bittiği zaman artık epeyce yaşlanmış olan Mevlânâ yorgun düşmüş, ayrıca sağlığı
da bozulmuştu. 17 Aralık 1273'te de vefat etti. Mevlânâ'nın vefat ettiği gün
olan 17 Aralık, düğün gecesi anlamına gelen ve sevgilisi olan Rabb'ine kavuşma
günü olduğu için Şeb-i Arûs olarak anılır.
İlk eşi Gevher Hatun ölünce, Mevlânâ Konya'da ikinci kez Gera
Hatun ile evlenmiş ve ondan Muzafferettin Alim Çelebi adında bir oğlu ve Fatma
Melike Hatun adında bir kızı olmuştu. Mevlânâ'nın soyundan gelen Çelebiler,
genellikle Sultan Veled'in oğlu Feridun Ulu Arif Çelebi'nin torunlarıdır; Fatma
Melike Hatun'un torunlarıysa Mevlevîler arasında İnas Çelebi olarak anılırlar.
Eserleri:
Mesnevi adlı eser Vikikaynak'ta yer almaktadır.
Mesnevî
Büyük Divan "Divan-ı Kebir"
Fihi Ma-Fih "Ne varsa İçindedir"
Mecalis-i Seb'a "(Mevlana'nın 7 vaazı)"
Mektubat "(Mektuplar)"
Öğrenim hayatı boyunca dönemin değişik ülke ve şehirlerinde
yer alan eğitim kurumlarını hem bir öğrenci hem de bir bilim insanı olarak
ziyaret etmiştir. Mevlana’nın hayatında ve felsefesinde "değişim"
önemli bir yer tutmaktadır.
Mesnevi, Divan-ı Kebir, Fihi Mafih, Mektubat ve Mecalis-i
Seba gibi önemli eserlerin de yazarıdır.
Son Söz: XIII. yüzyılda yaşamış, ama
eserleriyle çağları aşmış bir sufi olan Mevlana; "Gel ne olursan ol,
gel" dizelerine yansıdığı üzere insanlar arasında herhangi bir ayrım
gözetmemiştir. Merhameti, karşılıksız ve sınırsız insan sevgisinin yanı sıra sonsuz
hoşgörüsüyle sadece İslam âlemini değil, tüm insanlığı kendisine hayran
bırakmıştır. Hayata ve insanlara bakışıyla bir fikir adamı olarak da tüm
dünyada kabul görmektedir. UNESCO, Mevlana’nın doğumunun 800. yıldönümü
nedeniyle, 2007 yılını Mevlana ve Hoşgörü Yılı ilan etmiştir.
Planlarım alt üst :( İşler sıkı. Bütçe hazırlıkları tam gaz. Dersler birikmiş. Sizleri bile ziyaret edememişim:( Harem'im yanacak bu gece :((
Hafta sonu 2 diş gitmiş, yerine yapılan Atel Köprü Diş çok acıtıyormuş :(
Şimdi de üst çenemde ki eski köprülerimin altında kalan bağlantı dişlerim şişmiş. Bir yeri yaptırıyorsun, diğer yanım su kaçırıyor. Ben çok eskimişim.. Haberiniz var mı dostlar?.. 0ffffff of!!..
Bir yere mi gidiyorum?. -Yooo.. Peki bu ne şimdi?.. Çok çalışacağım, yatcaz-kalkcaz sonra aranızdayım ne demek?. Ne işim var yine?..
-Cam çerçeve silmeyeceğim, geziye gitmeyeceğim, çok şükür hasta falan da değilim, sebeb-î ayrılığım: kısa olacak. Bir-iki hafta, o da sadece yazmaktan ayrılıp, fırsat buldukça sizi okuyarak yine de aranızda olacağım. Efendim; malum yıl sonu, iş yerlerinin yıl sonu iş ve işlemlerinin en yoğun olduğu, 2014 yılının bütçe çalışmaları, 2013'ün genel değerlendirmeleri, yarım kalan işlerin bitirilmesi vs.. hep Aralık'da masalarımıza yığılır. Bunlarla ilgileneceğim (nerede mi çalışıyorum? tabii ki kamu kurum ve kuruluşlarının ordinaryüs'ünde. ('bu kelime aşağıdaki paragrafta da geçecek, anlamını orada açıklayacağım') ). Ayrıca; bu yaştan sonra Ordinaryüs Profesör (Türküniversitelerinde1933reformu ile oluşturulan ve1981yılında çıkarılan 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu ile lağvedilen akademik unvan. Ordinaryüs Profesör payesi en az beş yılprofesörlükyapmış, bilimsel çalışmalarıyla kendini tanıtmışöğretim üyeleriarasından seçilerek bir kürsünün yönetimiyle görevlendirilen kimselere verilirdi. Ordinaryüs profesör unvanı Türk üniversitelerine Alman akademik sisteminden aktarılmıştır. Alman sistemindeprofessor extraordinarius(dışarıdan atanmış profesör) zıddı olup, "nizami profesör" anlamında kullanılmıştır. Türkiye'deprofessor extraordinariusunvanı kullanılmamıştır.Ordinariussıfatı Latince "nizami, usule uygun" anlamına gelir. Günümüzde Profesörlerin hocası anlamına da gelmektedir. Türkiye Cumhuriyeti'nde bu ünvanın son sahibi Ord. Prof. Dr. Reşat Kaynar'dır.)olacağım ya sanki; kendi çapımda okuyorum bir yerlerde, bir şekilde işte. Dersler birikti. Yani sizin anlayacağınız, dersim var dostlar.. Yine apayrıca; hazırlanacağım bir yığın davet var. 20 Aralık Bolg'umun, 28 Aralık kendicağızımın:) sonra 29 Aralık büyük kuzumun, 31 Aralık 00.01 de 2014'ün doğum günleri var :). İki Bale, bir Opera biletim var(uzun süredir gitmeyi istediğim Harem ve Kont Dracula-Bale, Rıgoletto-Opera). Onlara gidilmeye çalışılacak. Apapayrıca; muziplikler düşünülecek, siz dostlar neler yazmış, neler pişirmiş, nasıl sofralar kurmuşsunuz okunup, seyredilip, imrenilecek:)) Haa hiç yazmayacağım, bu işi uzatacağım sanmayın, bana güven olmaz bi bakmışınız ara sıra da olsa yazmış, paylaşmışım.. Eee ne demişler; benim adım VuslaT. Bana ayrılık yakışmaz!. Kavuşmak, sarılmak, sarmalanmak, sevgiyle kucaklayıp, sevgiyle kucaklanmak yakışır:))
Elim, kolum, gözüm üzerinizde!!!!
:)
Not: Bilmemişin biri hareketli resim kopyalamayı öğrenmiş, artık bıktırana kadar kopyalar, kopyalar kullanırmış. Kim miymiş?. Ben görmemiş tabii ki:))
Süs Malzemeleri: Acısı çıkarılıp şekerli suda kaynatılmış portakal kabuğu, sıcak suda bekletilip yumşatılmış kuş üzümü, dolmalık fıstık, sarı üzüm, kuru kayısı, kuru incir, çekilmiş şam fıstığı, file badem, tane badem, hindistan cevizi, kavrulmuş susam, tarçın, çörek otu, iri parçalanmış ceviz içi, iri kıyılmış fındık, birkaç tane karanfil.
Bu kadar süslenmeye ben bile güzel olurdum ya, şimdi konumuz bu değil:))
Biliyorsunuz Muharrem ayının son haftasındayız. Evlerimizde aşureler pişti, konu-komşu, eş-dost bu mis gibi aşureleri yiyerek; hem kendileri için, hem de pişiren için duaları ile berekete vesile oldu inşallah. Kalbimden böyle geçiyor..
Aşure (Muharrem ) ayı bu sene 4 KASIM pazartesi günü başlıyor, 3-ARALIK salı günü sona eriyor.
30 gün sürecek olan bu mübarek ay senenin ilk ayı olup, müslümanlar için amel
defterine yeni bir başlangıç yapmak için kaçırılmayacak bir fırsattır.
Tevbe Sûresi’nin, 36. âyet-i kerimesin de;
“Muhakkak ki; Allâhü Teâlâ katında ayların sayısı, Cenâb-ı Hakk'ın kitabında gökleri ve yeri yarattığı
günden beri on ikidir. Bunlardan dördü haram olanlardır...” buyrulmuştur. Bu aylar Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarıdır.
Bunlara eşhuru hurum (haram aylar) denilir.
Bu aylarda yapılan isyanın günahı diğerlerinden daha
şiddetli, ibadetin sevabı diğerlerinden daha kıymetli olduğundan öbür aylardan
daha fazla hürmet edilmesi lâzım gelir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Muharrem ayından bir gün
oruç tutan kimseye, bir gününe karşılık otuz günlük sevab vardır.” buyurmuştur.
Bir başka hadîs-i şerîfte; “…Ramazan orucundan sonra oruçların en faziletlisi
Muharrem ayında tutulan oruçtur.” Buyrulmuştur./Netten alıntı.
Ben de yaklaşık 15lt. ve 5lt.'lik iki büyük tencerede yaptım aşuremi. Aşuremin süslenip püslenip görücüye çıkması uzun sürdü. Eee ne derler ağır toplar sonda sahne alırlar..
İşte benim 'Süslü Aşure'm..
MALZEMELER:
750 gr. buğday, 1,5 su bardağı k.fasulye, 1,5 su bardağı nohut, 1 su bardağı pirinç, 500'er gr. sarı çekirdeksiz üzüm ve kuru kayısı, 400 gr. kuru incir, 3 elma, 1 portakal, 4 su bardağı süt, 2 kilo toz şeker, aldığı kadar su.
Üzerini süslemek için:
Fındık, kuş üzümü, tarçın, badem, ceviz, dolmalık fıstık, ceviz, vs.. (arzunuza kalmış her türlü kuru yemiş, tatlıya yakışan baharatlar).
YAPILIŞI:
-Fasulye, nohut ve buğdayı güzelce yıkayıp ayrı ayrı kaselerde bir gece suda ıslatıp bekletiyoruz.
-Fasulye ve nohutu ayrı ayrı kaplarda haşlıyor ve çıkan kabuklarını ayıklıyoruz.
-Islatmış olduğumuz buğdayı iyice yıkayıp kara suyunu çıkartıyoruz. Geniş bir tencereye üzerini 4-5 parmak geçecek su koyarak kaynatıyoruz. Kaynamaya başlayınca 10 dakika sonra altını söndürüp 5-6 dakika dinlendiriyoruz.
-Tekrar ocağın altını yakıp buğdayı yine kaynatıp, yine dinlendirme işlemini 3 kez yapıyoruz. Bu esnada suyuna bakıp eksilmişse sıcak su ilavesi ile altının tutmamasını sağlıyoruz.
-Ocağın altını üçüncü kez yaktığımızda 2 bardak ılık veya sıcak süt ekliyoruz. Pirinci de bu esnada tencereye ilave ediyoruz.
-Suyu azalmış olabilir. Bu sırada 3-4 bardak sıcak su daha eklememiz gerekiyor ve tencereyi sallayarak karıştırmamız (rivayete göre tencereye kaşık, kepçe vs. bu aşamaya kadar sokulmaz, tencere sallayarak karıştırılırmış).
-Şimdi haşlanmış fasulye ve nohutu ekleyelim. Sürekli karıştıralım.
-Üzümleri yıkayıp ekliyoruz. Malzeme koydukça suyunu da arttırmamız gerekiyor.
-Portakal kabuğunu küp küp doğruyoruz, küçük bir kapta su ile kaynatıp (bu işlemi iki kez su değiştirmek sureti ile tekrarlıyoruz) acı suyunu çıkarıyoruz. Tencereye ekliyoruz.
-Kabukları soyulmuş ve küçük küpler halinde kesilmiş elmaları da ekliyoruz.
-Kalan iki bardak sıcak sütü ilave ediyoruz. Biraz daha karıştırıyoruz.
-Şekeri ekliyoruz (2 kilo şekerden 1 su bardağı ayırırsak tadı daha uygun, insanın içini bayıltmayan bir ölçüde oluyor).
-Şeker eriyince küp küp doğranmış ve sıcak suda yumuşatılmış kuru kayısıları ilave ediyoruz. Gerekirse biraz daha sıcak su koyabiliriz. Dibi tutmasın diye sürekli karıştırıyoruz.
-Küp doğranmış inciri atıp, az su daha ekleyip, bir taşım kaynatıp altını kapatıyoruz.
-Kaselere paylaştırıp, ılımaya bırakıyoruz.
-Aşurelerimiz ılıyıp üzeri kabuk bağladığında kuş üzümü, dolmalık fıstık, fındık, tarçın başta olmak üzere arzumuza göre süslüyoruz.
Bereketi bol olsun, hepimizin hanelerine kısmet yağsın. Afiyet olsun...
Evde Borcam kalmadı, kase, tabak kalmadı. Girdiğin, piştiğin her eve bereket ihsan eyledin mübarek aşure...