İZ'ler... ( 31-45 )






HATIRALARIN AYAK İZİ..

BEBEK GELİYOR.. -31



Ablamın kızımı olacak, oğlumu?..Bilmiyoruz. Heyecanla bekliyoruz. Kimi kafasına tuz serpiyor, kimi makasın üstüne mi oturacak bekliyor. Şurasını kaşırsa şu olur, buraya oturursa bu olur. Ne olursa olsun bebekler güzel olur, masum olur. Birde sağlığı yerinde ise değme büyüklerin keyfine..
Tüm bebeklere kız olsun, erkek olsun kundak elbisesi giydirilirdi, kar gibi, fisto işli..
Bir bebek gördüğümde, huzurla anne kucağında uyuyan hep imrenerek baktım yıllar boyu.. Annemde bebekken öyle uyuttu mu beni kucağında?. Öptü mü beni?..Kokladı mı?..
Benim kokum ile mi anne olduğunu anladı?...







Melih, tam ne zaman doğdu hatırlamıyorum. Ilık bir bahar günümü yoksa sıcak bir yaz günümü. Hatta sonbahardı da, ben mi unuttum..

Ama kış değildi. Kesin hatırlıyorum, kış değildi. Hava sıcaktı. Dışarıda kuş sesleri vardı. Ve yine yanlış hatırlamıyor isem sabah ve öğle dilimi arasındaki bir saat doğmuştu.

Hatırladıklarım doğru bir sıradaysa bu zamana kadar, şimdi mevsim ya yaz, ya ilkbahar..

Peki benimle Melih arasında kaç yaş fark var?. Beş mi, altı mı, yoksa daha mı fazla?. Gerçekten hatırladıklarım doğru sırada mı, olaylar anlattığım zaman dilimlerinde mi gelişti sorusunu sık sık soruyorum kendime..

Doğum öncesi hazırlıklara tekrar dönersek, annem neler neler yaptı, ilk torunum geliyor diye.

Komşular, akrabalar, ahbaplar yardım etti.

Önce bir bebek yorganı dikildi, battaniyesi örüldü bitirildi..




Ve hırkalar ve yelekler ve tulumlar. Şapkalar, önlükler, patikler daha neler, neler, neler..



Sonra zıbınlar, içlikler, bezler, mendiller birde beşik için cibinlikler. Karyola takımları da işlendi, bitirildi..Hazırlıklar tamam mı ki?..





Kundak elbisesi de dikmeli, bohçasını biran önce işlemeli. 
Şunudamı alsak, bunudamı bohçaya sarsak.

Şu da gerek, buda gerek, unutmadan birde kıza meme pompası getirtsek..
Bir telaş ile başlanan bebek hazırlıkları bitti bile. Sıra geldi doğumu beklemeye..




     






BÜYÜLÜ ELMA.. -32





Tüm bebek eşyalarının paketlenmesi bitti. O anda yanımızda kimler vardı, kimlerin yardımı ile Karşıyaka'ya götürdük bohçaları?.
Tek seferde mi götürdük, yoksa işi bitenleri ara ara götürmüş müydük?. Hatırlamıyorum..



Sahil yolunu, 1737 no'lu uzun sokağın hangi tarafında zarif beyefendi ve hanımefendinin konağının bulunduğunu, akşam sefalarının ne zaman açtığını ne zaman uykuya daldığını biliyorum. Sokağın üstünde iki tarafta da yer alan okulları görmenin, varmakla eşdeğer bir mesafe olduğunu ise artık kestirebiliyorum..



Ablamda kaç gün kaldık hatırlamıyorum. Fazla değildi her halde. Bir gece büyük hareketlilik yaşandı evde. Misafir odasındaki eşyaların bir çoğu oturma odasına taşındı. Oturma odasından misafir odasına ise bir masa. Bak bunu hatırlıyorum. Ne anlamı varsa?.

Uyandığımda, tülünün üstüne serilmiş ince bir şilteden yatağın üstünde olduğum dün gibi aklımda. 






Tülünün, siyah ve boz(toprak rengi) kalın çizgi ve karelerden oluşan deseni, yumuşacık tüylerinin şilteden sarkan ayaklarıma değmesi ile içimde uyandırdığı gıdıklanma hissi de aklımda..

Misafir odasının yatak odasına bakan penceresi ve perdesi sıkı sıkı kapalı. Ee bu odanın arka duvarındaki tavana yakın aydınlatma penceresi de çivilenmiş açılmıyor, düşünün siz odanın loşluğunu. Tam uyumalık..

Ama ben uyandım. Aynı yatakta yatan Işıl ve Sevda'yı hatırlıyorum, Necmi'de var mıydı onu hatırlayamıyorum. Hediye teyzemin torunları, yani annemin en sevdiği yeğeni Aysun teyzenin çocukları..


İnternette buldum resmini ve bu flu resimden bile hemen tanıdım. Sen Işıl'sın. Gerçi Sevda'da senin gibi kızıl saçlıydı ama bence sen Işıl'sın. Galiba bu günkü halin alttaki gibi. Onuda internette buldum..

Yoksa yanılıyor muyum, Sevda'mısın?..
İkinizden bir..

Annemin en sevdiği dedim ama Aysun teyzeyi herkes çok severdi..Eşi, komşuları, ablası, herkes. herkes çok severdi onu. O da en çok Zeki Müren'i. :))

Yatak odasından çıkmamız yasak galiba. Kapı açılmıyor çünkü..Dışarıdan sesler geliyor. Misafir odasından, mutfaktan.. Fısıldaşmalar, konuşmalar, iniltiler, ayak sesleri..

*göründü, göründü,
*geliyor, geliyor, ha gayret kızım, ıkın, it...

Tiz bir çığlık,
*anammm...

Ne oluyor ya?. Kim bağırıyor?. Ablam mı o bağıran?. Kim geliyor?.

Bir çığlık daha..

Annemin ağlama sesi:
*Oh çok şükür yarabbim. Kurtuldu kızım..

Bu kez daha cırlak, ne olduğu anlamsız incecik bir ses daha..

*Prensimiz oldu, koç gibi bir delikanlı..
*Oy oy ne tatlı bir bebek..

Ablamın Prensi oldu. Bende Kral babamın Prensesi olduğuma göre anneme kim kaldı.. Yada o kim ki?.

Ona; büyülü elmayı veren kraliçelik tacı kaldı!!!..
   


Kraliçe bana elma verdiğinde, ben yersem ve de ölürsem, camdan tabuta koyduklarında beni kim öpüp diriltecek?



Bebek Prens mi?. 
Zannetmem. Ablam asla izin vermez..










LOĞUSA ŞERBETİ..33




Bebeğin ismini Fadıl bey amca koydurdu diye hatırlıyorum. Bir hoca çağırdılar eve, bebeğin kulağına adı ezanla okundu. Tercih ablamın ve Duygu eniştemin miydi?, yoksa Müzeyyen teyze ve Fadıl bey amca böyle mi uygun bulmuştu bilmiyorum. 

Kıbleye yönelip 3 kez: 
*senin adın Melih
*senin adın Melih
*senin adın Melih diyen önce hocaydı, sonra Fadıl bey amca tekrarladı.

Evdekilere bebek tek tek tekrar gösterildi, adınla yaşa, çok yaşa dendi ve arka odaya uyutmaya götürüldü..

Tepside bardak bardak loğusa şerbetleri, başta hoca efendi olmak üzere herkese ikram edildi. 


Bayanlar başladılar loğusa şerbetinin faydalarını, sakıncalarını, yapılışını herşeyini anlatmaya:

*yarım kilo loğusa şekerinden oldu 20-25 bardak şerbet..
*abla beyaz şeker de koydun değil mi?
*koydum, koydum. 5-6 bardak şeker koydum, bir iki parça ağaç tarçın, karanfil ve karabiber tanesi attım tülbente. Pek güzel oldu.
*abla karabiber acı etmedi mi?. Süte zarar vermesin sakın.
*yok anacım 2-3 tanenin ne zararı olur, bilakis faydalı bile.
*al al iç bir bardak daha. Yarın taze taze yine kaynatırız. Dök üstüne bolca kavrulmuş bademi, iç afiyetle..

Bunlar ve daha başka sohbetler sürdü gitti bütün akşam..

Herkesler çok mutlu. Aslında bende mutluyum.  Artık teyze oldum. Bebek bana , ay bebek değil Melih bana teyze diyecekmiş. Belki de abla bile dermiş. Yaşlarımız yakınmış.. mış, mış. Bazıları kıskanmayayım diye gönlümü alıyorlar. Annemin aklına bile gelmiyorum yine..

Neyse şerbeti çok sevmedim. Tarçın ve karanfil kokusu çok sarmadı beni. Şerbet aşırı tatlı. Eğer kavrulmuş badem yemek istiyorsam, içmeliyim bunu. 

Usulca mutfağa giriyorum, şerbetimin üstüne su dolduruyorum ve en üste at biraz daha badem. Oh buz gibi. Çok kararında tatlı ve çok güzel oldu şimdi.

Loğusa odası çok süslü. Karyola takımları, kurulan beşik, ablamın saçındaki kırmızı kurdela, her şey şahane..



Loğusa odaları...


Uyku vakti geldi. Melih ağlıyor, misafirler gidiyor. Bizde yarın dönecekmişiz evimize..


***



Melih büyüyordu. 
Melih büyürken, ablamın sorunları da büyüyormuş bilemedik. 
Hemen fark edemedik..

Hayatımıza Melih girdi gireli; Melih aşağı, Melih yukarı. Güldü, ağladı, karnı ağrıdı, altına yaptı. Besle, gazını çıkar, altını değiş.. Annem için varsa Melih, yoksa Melih..

Babam için, canım babam için; varsa ben, yoksa ben. Omuzlarına çıkarıyor, seyrekleşmiş azıcık saçlarını taratıyor. Tıraş olacağında, köpürtme fırçasını ben tutuyorum. Yüzünü ben sabunluyorum. Yanağını keserse, kesiğine tebeşiri ben basıyorum..

Babam beni çok seviyor. Yeğenimin kuzusu, benimde kuzum diyerek seviyor.
*kızım, şimdi evimizin iki kuzusu oldu, biri sen, biri kardeşin Melih. O azıcık büyüsün seninle oynayacak, sen ona bakacaksın, ablalık yapıp koruyacaksın. Kollayacaksın.

Ben ikinizi de çok seveceğim. O küçük diye annen ona bakacak, ben sana..Haydi git şimdi sokakta çocuklarla oyna. Yakında seni hayvanat bahçesine götüreceğim, açık hava sinemasına, denize, lunaparka, fuara daha bir çok yere götüreceğim.. Artık seninle daha çok gezeceğiz. Sadece ikimiz..

Hayatımıza Melih girdi gireli birçok şey değişti, değişecek gibi..

Mesela, annem daha az kızıyor, daha az dövüyor beni. Çünkü ablamı, kardeşim Melih'i daha çok düşünüyor..

Mesela, bir çok yeni yere gideceğiz babamla. Daha önce oralara gittim mi, gitmedim mi yada bazılarına gittim, bazılarına gitmedim mi? bilmiyorum, ama çok heyecanlıyım..

Mesela, Gülseren ablalara daha çok gidiyoruz. Erkenden onların Karşıyaka'daki evlerine gidiyor, daha sonra ablama geçiyoruz. Ablamdan akşam üzeri kalkıyor, Gülseren ablaya dönüyoruz. Annemle Gülseren abla dertleşiyor, ağlaşıyor, akşam yemeğinden sonra ise evimize geliyoruz. Annem beni bazen Gülseren ablalarda bazende ablamın sokağında oturan yeğeni Sevim ablalarda bırakarak geçiyor ablama. Biraz kaygılı, biraz telaşlı, biraz üzgün..

Mesela, mesela. 

Hayatımda o günlerde birçok hareketli gün oldu gibime geliyor şimdi. 

Hepsini hatırlayamıyorum..

Günler su gibi geçiyor, mevsimler değişiyor. Melih hızla büyüyor..

Şerbetin üstündeki bademler bitti, doğum heyecanı etkisini yitirdi..

Havada gerginlik kokusu, Karşıyaka'dan İzmir'e doğru 'sert bir fırtına' geliyor gibi..

Hayırlısı..








  


EFES OTELİ..34




Onu sadece iki kere gördüm.. 

İlk gördüğümde, melul mahsun merdivenlerin köşesinde oturuyordum, sabahın erken saatlerinde. Sarı evin köşesinde ki, ilk basamakta..


Köşesi sarı boyalı ev, Dr.Gönül ablaların evi..



Belki pencere açılır, güzel bir iki ilaç kutusu verilir diye; hep beklediğim gibi bekliyorum sessizce. Hala Aspirin yap-bozum olmadı. Hala bir derece veya süslü bir ilaç kutusu bana denk gelmedi işte..


Böyle güzellerim hiç olmadı:(

Bende bir kaç tane yuvarlak sıradan boş teneke şişe var.. 
Bunlara benzeyen..
Gri bir tayyör var üstünde. Ceketin kenarları daha koyu griden biyeli. Sarı saçları ve çok güzel yapılmış topuzuyla melek gibi gülen bir yüzle evinin kapısını çalıyor:

Tak, tak, tak..

Baktıkça bakası geliyor insanın. O kapıyı çalarken ve kapının da açılması gecikmişken bende ona bakıyorum doya doya..



Saçları topluyken de, açıkkende tıpkı bu güzel, bu zarif yüze benziyordu: Dr.Gönül abla..
Kapı açıldı, Gönül abla bana gülümseyen bir bakış attı ve içeri girmeden önce:
*birazdan çocuklar sokağa çıkarsa, bağırıp çağırıp gürültü yapmamalarını söylersin değil mi küçük, güzel kız.. Nöbetten çıktım, biraz uyuyacağım. Sokak sana emanet..

Onu ilk gördüğüm gündü bu gün. 
Ve ilk kez, 
Ve son kez konuştuğum gün..

Hep duyardım adını. Çocuklara getirdiği kutuları annesi dağıtırdı, bilirdim. Ama onu hiç görmemiştim. Çoğu çocuk da görmemişti ya..

Evet o benim Gönül ablamdı şimdi. Diğer çocuklar, özellikle Ayla en iyi, en güzel kutuları alıyor olabilir ama Doktor abla bana emanet etti sokağı. Benimle konuştu. Bana göz kırptı..

Uzun bir süre sabahları hiç gürültü ettirmedim sokakta. Belki yine uyuyordur diye.. Uzun bir süre de görmedim bir kez daha. Ne evden çıkıp hastaneye giderken, nede eve geldiğinde..

Şimdi ise mahallede bir telaş bir telaş. 

Doktor Gönül evleniyormuş..

Hemde Büyük Efes Otelinde..

Aaaaa!!!

Vay beee!..

Herkes bunu konuşuyor..Herkes bundan bahsediyor.

Gönül çok zengin bir Profesörle evleniyormuş. Balayına (balayı ne ya) İsviçre'ye kayak yapmaya gideceklermiş (aaaa şimdi kar olmaz ki..Bu arada kar ne, kayak yapmak ne Nermin'in kartpostallarından öğrenmişdim)..Sonrada ver elini Amerika'ya.

Sen ne giyeceksin, ben ne giyeceğim..Başka kimler davetli ki..Gelinliği nasılmış. Düğünde yemek bile varmış..

Yaaa; ev düğünü değil ki, sanmam yemek yoktur herhalde. 

Kapı önü sohbetlerinin en birinci konusu bu. Günlerin, sohbet, mevlüt vs. toplantıların da tabii ki..

Bu arada ben, ilk defa sinemaya da gittim, bütün mahalle ile birlikte ama düğünden sonra anlatacağım sizlere.. 

Çünkü Gönül ablamın düğünü daha önemli.. 
  

Düğün günü geldi çattı..
Herkes karınca kararınca takı hediyesini aldı, giyindi, süslendi püslendi..

Efes Oteline doğru yola çıktık mahalleliyle birlikte. İzmir'in, hatta Egenin en ünlü, en ihtişamlı, bizler için ise en ulaşılmaz oteline gidiyoruz. Öğlen saatlerinde başlayıp akşam üzerine kadar sürecek yemekli düğün akrabalara ve bizlere, akşam ise doktor arkadaşlara bir gece klubünde balo..



Efes Otelinin kapısında, görevliler karşıladı bizleri; düğüne gelenleri ayrı bir görevli, otelde kalmaya gelenleri ise ayrı bir görevli. Otelin İzmir Körfezini de gören çatı katında idi beklenen düğün. Salona girer girmez ağzımız açık kaldı. Kocaman bir orkestra yeri, bembeyaz örtülü, üstünde çiçekler olan masalar. Masa örtüsünün üstünde pırıl pırıl parlayan bardaklar, tabaklar, çatal ve kaşıklar. 

Gönül ablanın ailesi ve diğer birkaç kişi kapıda misafirlere hoş geldiniz diyorlar. Tüm komşular için iki büyük, uzun masa ayrılmış. Oraya oturtulduk. Mahalleliyi aldı bu iki masa. Demek ki tüm mahalle davetli değil düğüne yada beyler gelmeyince yeterli oldu ayrılan iki yer.

Her neyse. Orkestra yerleşti. Salon misafirlerle doldu taştı. Garsonlar pire gibi, dört dönüyorlar etrafta..

Veeee!!!

Orkestra devrede.

La Cumparsita...

Konfetiler havada..Gelin ve damat göründü kapıda..
       
Aman yarabbim. Herkes çılgınca alkışlıyor. Ah! gelin ve gelinlik müthiş güzel, ne kadar asri.. Damat Paris'ten getirtmiş diyorlar. Fransız küpürü şekerim dantelleri. Bak bak gördün mü duvağı ne kadar uzun. Ay çok güzel olmuş Gönül, bebek gibi..


    



İşte bunlar gibi..Dantel ve çok güzel.. 
Nikah kıyıldı. Danslardan tangolar, valsler yapıldı..Masalara geldi kanepeler, ordövrler (anlamadım, bu süslü yiyeceklere neden böyle isimler takmışlar)









Kanepe ve ordövr tabakları..
Her şey çok güzel görünüyor. İnsanlar şaşkın. İlk defa kanepe ve ordövr tabağı ile karşılaştı bizim mahalledeki herkesler.. Çoğu bildiğimiz şeydi; küçük küçük ekmeklerin üstünde salçaya benzeyen soslar, zeytinli, sucuklu, domatesli turşular. Üstüne bir de çubuk batırmışlar. Bazı tabaklarda çeşit çeşit peynirler, havyar ve füme etler, salamlar, sosisler, börek ve kurabiyeler. Daha salata ve tatlılardan bahsetmedim bile. Yemekleri hatırlamıyorum sadece yemeğe çorba ile başlandı biliyorum. Diğer şeyleri unuttum, masada ilk defa gördüğüm şeylere odaklanmış durumdayım.

Çoğu şeyin ne olduğunu bilmiyorum. Mesela peynir çeşitlerine el sürmem ama sosisli börek neymiş, salamlı üçgen tostun tadı nasılmış merak ediyorum. Bunlardan tadacağım. Ağzımdaki lokmayı çabuk yutacağım ardından hemen onlardan birer parça alacağım..

Alabilecek miyim. Galiba hayır. Annem karşımda oturuyor. Suratı, ifadesi ağlamaklı. Çok çabuk sinirleniyor, bana sık sık kızıyor yine..

*Ah diyor. Ah güzel kızım. Behire'm ne halde ki şimdi..

Cicianne, düzelir merak etme diyor birileri.. Benim aklım sosisli sigara böreğinde. Ayrıca tabakta da çiçek gibi açmış sosisler var. Annemin gözlerinin içine bakarak çatalımı uzattım sigara böreğine. Bir bakış baktı ki bana, sıkıysa batır çatalı böreğe.

*Başka şey ye. Domuz etinden yapılmış o sosisli börekler, tabaktaki salamlar. Sakın onlardan yeme. Onu yersen, bunu da yersin.

Eli masaya dayalı, dört parmağının ucu çaktırmadan havada. Anladım anne. Peynir yemem, sosis yemem, salam yemem, soğuk etten yemem, bilmediğim hiçbir şeyden yemem. Senin izin vermediklerine elimi bile sürmem..

Ben Gönül ablamı seyrederim, gerekirse sadece kuru ekmek yerim..

Bütün gün boyunca ikinci ve son kez gördüğüm Gönül ablamı seyrettim. Çorbadan başka hiçbir şey yemedim, içmedim.

Uzun uzun baktım ona; kah ben gelin Gönül oldum, kah Gönül ablam benim içime doldu..

Hayatımda hala hiç sosis yemedim. Salam tadı nasıl bilmedim. 

Ne o düğünü unuttum, ne bana güzel kız demesini, sokağı bana emanet etmesini..

Yıllar sonra bir film izledim. Sarışın güzel bir kadını, topuzlu, güler yüzlü bir kadını.

Gözlerinde hüzün gördüm. Sözlerinde sevgi. Adı Sema'ydı. Sema Özcan. Tıpkı Gönül ablama benziyordu. 

Onu çok sevdim. 
Beyazperde de görmeyi, Gönül ablamı görmek gibi bildim.




Sema gökyüzü demek. Masmavi, bazende bembeyaz bulutlar, taa Amerika'ya bile gidebilirler..

*Küçük güzel kız seni çok özledi derler doktor ablama. O gün sigara böreklerinden hiç yemedi. Sosise salama hala el bile sürmedi.. 

O; bir gün buralara gelecek, nöbetten çıktığında rahat rahat uyuyasın diye, tüm sokakları sessizce bekleyecek..

Bir zamanlar Efes Vapurundayken, köpüklerden dilek tutmuştu, leylekler duysun diye..

Bugün de Efes Otelinde, mektup yazdı bizim üstümüze, sen gideceğin yerden oku diye.. 











KARAOĞLAN'ım.. -35



Al-tay-dan-gel-en-yi-yit,
cık olmadı.
Al-tay-dan-ge-len-yığğ-it,
cık yine olmadı..

Baba, bu ne ya?.
Bu nasıl okunuyor. Okuyamıyorummmm.:( Burada ne yazıyor?.

Altay'dan gelen Yiğit..

Babam beni sinemaya getirdi. Annemde var bir gerginlik. Mahallede var bir düğün telaşı. Birde bahar mı yaz mı tam hatırlamıyorum ama havada boğucu bir sıcak. İzmir'in sıcağı. Babam hadi biz çıkalım azıcık dolaşmaya dedi..

Biliyorsunuz; babam öğleden sonraları ikindiye yakın saatlerden itibaren boş. Çalışmıyor..Pulları sayıyor, hesap yapıyor, evin eksiği gediği ile uğraşıyor. Genellikle de bir iki saat gündüz şekerlemesine yatıyor.

Bugün uyumadı herhalde. Çünkü hatırladığım kadarı ile hafta arası bir gündü ve ikindi matinesine götürdü beni.. Kendi de severmiş böyle filmleri.

Daha önce sinemaya gitmedim. Sinema, sinema diye duyuyorum ama, tam nedir bilmiyorum. Sinemanın önünden geçtim, afiş nedir gördüm. 

Geçtim mi, gördüm mü bak işte tam emin olamadım şimdi. İlk sinema deneyimimden sonra mı gördüm yoksa afiş denen kağıtları, karıştırmış olabilirim..



Önce babam sinema hakkında bana ön bilgi verdi:
*Şimdi filme bilet alıp içeri gireceğiz. Teşrifatçı (o ne ki?) amca yerimize oturtacak bizi. Filmin başlama saati geldiğinde önce birinci zil çalacak. Işıklar kapanacak, perde açılacak yerinize oturun anlamında. Sonra içerinin şavkını kesecekler, kapkaranlık olacak, karşıda gördüğün perdeler açılacak arkasından beyaz bir duvar çıkacak tüm bu olanlardan sakın korkma. Sonra 2. zil çalacak film başlıyor diye ve tam karşında çıkan beyaz duvara (ona beyaz perde denir), arkandan kafanın üstünden geçen bir ışık demeti yansıyacak ve   önce yazılar çıkacak sonra adamlar oynayacak, konuşacak, hareket edecek. Sakın konuşma, seyret. Bakalım hoşuna gidecek mi sinema?.








  Biletlerimizi aldık, içeri girdik. Teşrifatçı amca biletlerimize bakıp yerimizi gösterdi bize. Bir yığın sandalye sıralanmış. Sandalyeler birbirine telle bağlı. Ama her sıra ayrı renk. Biz hangi renge oturduk pek hatırlamıyorum. Çoğu yer doldu..Adamlar, genç delikanlılar, çocuklar. Bir bölüm de 3-5 adam ve kadın var. Orası aile bölümüymüş. Zil çaldı, ışıklar kapanırken yavaş yavaş perde de hareket etmeye ve açılmaya başladı. Hiç korkmadım. Nefes bile almadan karşıya bakmaktayım..İyice karanlık oldu. Tepemden toz zerrecikleri kalın bir ışık yolu gibi süzülüyor. Beyaz perde üzerinde önce silik, sonra daha net yazılar yazmaya başladı. Hafif bir müzik geliyor kulağıma. Müziğin sesi yükseldi. Biraz korkunç. Ama korkmayacağım.

Aaaa yazıların arkasında resim çıktı. Bir at ot yiyiyor. Bir delikanlı oğlan yatmış otların üstüne gülümseyerek ona bakıyorrr. Ayağa kalktı ata bindi. Müzik çok şiddetli, birde atın nal sesleri. 

Dıgıdık, dıgıdık, dıgıdık.




Çok severim atları. Ama at-mat istemem. At istersem annem döver beni. Bak işte bu sana ait tahta at, al biraz çitme tat...der belki. Ben at-mat istemem. Bana annem at almadı, tahta at yapmadı diye babam da atlı filme getirdi beni..



Konuşmalar, koşuşturmacalar. Başka adamlar da çıktı perdede. Oğlan herkesle kavga ediyor. Babam fısıltıyla düşmanlarını yeniyor dedi bana.

Karaoğlan, 13. Yüzyıl'da yaşamış bir Uygur Türkü olup, Cengiz Han'ın hizmetinde bir silahşördür. Uzun siyah saçlı, delişmen bir oğlandır. Yakışıklı ve çapkındır. Bazen babası Baybora Alp ile, bazen kadim dostu Çalık ile, bazen de yalnız vaziyette Çin'den Hindistan'a, Bizans'tan Arabistan'a kadar uzanan bir alanda dolaşır durur. "Canını Albızlar alası Camoka"yı gördüğü anda eli kurt başlı kılıcına gider.

Kurtbaşlı kılıcı, kapkara yağız atı ve tatlımı tatlı şirin sevdiceği 'Bayırgülü'..

Bayırgülü'nü korudu Karaoğlan. Bayırgülünü ve onun hancı babasını.

Düşmanlarını yendi.. Yaşasınnn, yaşasın.





   
Altay'dan geldi. Kahramanca dövüştü. Kralı Cengiz hanı; düşmanlarına karşı savundu. Oda en çok babası Baybora Alp'i seviyor. Tıpkı benim gibi. Bende en çok babamı seviyorum.

Annesi yok Karaoğlan'ın. Benim var da çok mu seviyor sanki beni?.

Onu seven çok kız var. O sadece Bayırgülü'nü seviyor. 

Beni seven az kişi var. Beni de sadece babam seviyor. 

Bu durumda şimdi babam mı Karaoğlan, benmi Bayırgülü'yüm bilemedim.

Fakat kesin eminim ki, ben Karaoğlan'ı da,  sinemayı da çoook sevdim.

Şimdi yeni bir Karaoğlan olacakmış beyaz perdede:





Bu o işte. Yeni Karaoğlan..

Benim Karoğlan'ım ise en kahraman...





Çünkü o; hem Kartal, hem de Tibet..
O Baybora'nın oğlu,  ben ise babamın kızı..














Fırtına yaklaşıyor.. -36


Bizim evin beyaz bulutları, siyah bulutlara yenilmek üzere..

Evin içindeki bulutlar şimdilik gri. Siyah, simsiyah olması yakın gibi. Yani fırtına yaklaşıyor..

Annem çok sinirli. Kızgın. Üzgün.
Neden mi?.
Bilmem, galiba ablamın yüzünden. Bir şeye canı sıkılıyor. 

Bir şeye, bir duruma, bir olaya, kesin ablama.

Gülseren ablaya gidiyoruz, yeğeni Aysun ablalara, teyzem Hediye'lere. Ayşe'ye, Fatma'ya, Nurten'e daha kimlere kimlere.. içi içine sığmıyor. Sıkıntıdan kabarıyor. Taştı taşacak. Coştu coşacak.

*ah Gülseren'im ah!. Ağzı kokuyormuş, bulaşıkları zamanında yıkamıyormuş. Çocuğa iyi bakamıyormuş. Ne kendine, ne evine, ne kocasına, nede çocuğuna bakabiliyormuş. Pismiş. Tembelmiş. Mış, mış, miş...

Kızı alana kadar kapımızda yattılar. Ağzımızı dilimizi bağlayıp, kapıdan-bacadan girdiler. Kart oğullarına gül gibi kızımı verdim de.. Macır'lar ne olacak, şimdi kusur buluyorlar. Daha önce akılları neredeydi?. Çocuk doğurdu, mıymıntı Duygu'ya eş oldu, görümcelerine ayak uydurdu. Şimdi beğenmiyorlar yavrumu..

Bir yandan ağlıyor, bir yandan söyleniyor..

*en çok da Melih'ime üzülüyorum. Daha bebek, çok küçük. 

Ah! ah! ne çileli başım varmış ah!..

Annem sık sık Karşıyaka'ya gidiyor. Ya beni götürüp Nesrin'lere bırakıyor, yada babam erken geliyor, beni babama bırakıyor. Bazen de Havanım teyzelerde kalıyorum. Her halükarda bu ara ben, ayak bağıyım..

Keşke; evde olmasaydı o gün. Benim bile yaramazlık olduğunu kabul ettiğim haylazlığı yapmasaymışım keşke, yaptım o olmasaydı bari..

O olay; tüm çıplaklığı ile şöyle tecelli etmişti:


      
Gördüğünüz gibi, bizim mutfağın içinde bir köşede tuvalet var. Bir duvarı merdiven altına ve koridora bakan pencere ile bitişik olan o koca delikli tuvalet. Iıığğ:(

Bu tuvaletin deliğinin içi, lağım fareleri ile dolu. Dışarı bakan penceresi yok. Merdiven altını kömürlük olarak kullansak da, evin içi sayılır orası. Oduncudan aldığımız odunları istif ediyoruz. Tabi ki lağımdan başka seçenek yok, farelerin o deliğe dolmasında..Gündüzleri iyi kötü idare ediyorum da, geceleri lağım deliğine örttüğümüz, içi çimento dondurulmuş sapı demir çubuklu teneke kutuyu kenara çekip tuvaleti kullanmak beni öldürüyor. Bu sebepten galiba, bazı geceler hiç uyuyamıyorum tuvaletim gelmesin diye. Bazı geceler ise çocukluk işte, uyuya kalıyorum ve sonuç kötü olabiliyor:((


Henüz 5 yaşında bile değilim. Korkmakta haksızmıyım?. Tuvaleti kullanmamak için herşeyi göze alırım. Altıma kaçırmayı, yatağı ıslatmayı, dayak yemeyi.. Yeter ki o tuvalete girmeyeyim. Yada girdiğim zaman uzun kalmayayım. Veyahut gece veya gündüz en azından merdivenlerin başında, koridorda beni koruyacak biri olsun. Babam beni beklesin mesela...

Annem yine ablama gitti o gün. Babam pullarını saydı, siparişlerini listeledi. Parasını ayarladı..Ben uslu durdum..Sonra öğlen yemeğini gecikmeli birlikte yedik. Babam öğle uykusuna yatalım dedi. Bende yatmalıyım tabi ki..

Babam uyudu. Benim tuvaletim geldi. Uyuyamıyorum. Çok tuvaletim geldi. 

Uyuyamıyorum. Uyumam mümkün değil işte..
Önce bir damla, sonra biraz daha, biraz daha derken baktım kaçıracağım, kalktım usulca. Mutfağa yaklaştım, delikten cıkırtı sesleri geliyor işte, yada bana mı öyle geldi korkudan. Tuvaletin kapısına geldim, veeee malesef yetişemedim:(

Çabucak çıkardım çamaşırımı. Bacaklarımı ve çamaşırımı yıkadım tuvaletteki çeşmede. Minik parmaklarımla hızlı hızlı. Deliğin üstündeki çimentolu kutuyu çekmediğim için güvendeyim. Seslerini duyuyorum canavarların, ama güvendeyim..

Şimdi ben bunu nerede kurutacağım. Yukarı çıktım, yatağımın altına serdim. Çamaşır selemde hiç çamaşır kalmamış. Annem katlayıp başka bir yere mi koymuş, yada yıkamamış mı? Şaşırdım kaldım. Aradım, taradım, yok yok yok. Yok işte. Bende beyaz elbisemi giydim. Hazır annem yok evde. Şu prenses elbisemi biraz giyeyim. Yerimden hiç kalkmam, içimde çamaşır olmadığı belli olmaz.



Akşama kadar da çamaşırım kurur elbet. Babamın uzandığı odaya döndüm. Bende aynanın karşısına oturdum. Babam uyuyor, horluyor, ben de hayran hayran elbisemi seyrediyorum.

İkindi vakti çocuklar çıktı sokağa..Sesleri geliyor. Babam uyandı hadi sende çık dedi. Çıkmadım..

Benden biraz büyük kızlar ip oynayacaklarmış ve ipin içine girecek 1'i daha gerekiyormuş. Tekrar beni çağırıyorlar. Ben hep ipin içinde duracağım:( küçüğüm ya..



Onlar ikisi sırayla atlayacaklar ama bana atlama sırası hiç gelmeyecek. Olsun, hadi gideyim bari..

Sokağa çıktım, ipin içine girdim. Ne kadar oynadık bilmem. Artık hava kararıyor neredeyse. Yoruldum veee, unuttum çömeldim. Dinlendim. Tekrar ipin içine girdim..Annem geliyor bu arada ama beni görmedi sokakta. Doğruca eve gitti. Oyuna devam. Yoruldum ve yine çömeldim..

Komşulardan biri, şimdi kimdi hatırlamıyorum;  koşarak geldi, ne yapıyorsun sen bu halde, burada dedi elimden tutup kaldırdı beni. Ne var ki halimde?..Eve götürdü beni:
*F....... hanımcım çocuk kilot giymeden dışarı çıkmış, kimse görmeden al bunu içeriye..
*yaramaz maymun işte. Sağol komşum.

Annem içeri aldı beni. Babam oturma odasında radyo dinliyor. Fırtına yaklaşıyor, gözleri ile verdi mesajı: 'sakın sesini çıkarma!!'..


Mesaj alınmıştır anne. Sesimi çıkarmam anne. İçimde çamaşır olmadığını unutmamam gerekirdi anne. Evet gerçekten ben çok yaramazım anne. Kos koca 4,5 yaşında kız oldum öyle dışarı çıkmamalıydım anne. Saçımı çekme anne. Kafama az vur anne. Popoma vur anne. Yeter anne yeter, bir daha yapmam anne...

*Seni gidi kör olasıca seni. Şaşı maymun. Benim derdim bana yeter, birde senle mi uğraşacağım. 
Bak birde bembeyaz gelinlik entarisini giymiş.
Bak birde altını ıslatmış güpegündüz. 
Bak birde don giymemiş bacağına.
Bak birde...
Bak birde...
Kızım neler çekiyor ellerden, boşanıp gelecek diye üzülüyorum zaten, yetmezmiş gibi birde, neler çekiyorum senden..

Bak birde deyip deyip vuruyor kafama, kafama. Çekiyor saçlarımı. Ben çok yaramazım. Dayaktan korkmuyorum, fareden korktuğum kadar. Gık bile diyemem. Ya babam duyarsa, o da anneme kızarsa, annem daha çok acısını çıkarır sonra..

'Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler
Annesinin bir tanesini hor görmesinler
Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim'

Uzaktan uzağa alt kattan türkünün sesi duyuluyor. 

Annesinin bir tanesini hor görmesinler...

Annem vurdukça vuruyor. Çok hırslanmış belli. Ben çıtımı çıkaramıyorum dedim ya, bu biraz korkudan, biraz suçluluktan.. Babam aşağıdan seslendi:
*hu ne yapıyorsunuz orada. Hadi sofrayı kurun. Acıktım ben..

Annem son bir tokat vurdu kafama, arkam ona dönükken. Tam sağ kulağımın ortasına geldi..

*geliyorum, altına işemiş kör olasıca, üstünü değiştiriyorum..

*çıkma buradan. Ben yemeği hazırlayınca çağırırım. Bir şey dersen babana gebertirim seni sonra..

Yatağımın içine girdim. Ağlayamıyorum bile.

Aslında annem canavar değil. Aslında beni seviyordur da belki. Ama ablam boşanacakmış şimdi( ne demek ki?) . Aslında ben yaramazım. Farelerden korkmak da neymiş. Gir işte tuvaletine. Aslında kafam çok acıyor. Saçlarım. Kulağım çınlıyor, beynime vuruyor çınlama sesi.

Fare ısırsaydı altımı, daha mı az acırdı ki?..

En şiddetli tokadı kulağıma vurdu tabi. Bu sebepten kulağım çınlıyor deli gibi...

Çınnnnnnnnnnnnnn...

Ne kadar zaman geçti. Oda iyice karanlık artık. Ayak sesleri yaklaşıyor. Kulağım çınlıyor. 

Kulağım çınlıyor, kulağım çınlıyor. Gözlerim sımsıkı kapalı.

*kara kuzum, çitlenbikim niye yatıyorsun bu saatte.?..

Babamın sesini zar zor algılayabiliyorum. Kelimelerini zor seçiyorum. Kulağım çınlıyor..Başımın içinde dalgalar kıyıdaki kayalara çarpıyor. Beynim sallanıyor, denizdeki bir gemi gibi, sandal gibi.. Uyuyormuş gibi yapıyorum. Baba seni çok az duyuyorum..

*hu, çok mu kızdın çocuğa ne. İşediyse işedi. Oyuna dalmıştır. Küçük o daha. Aç açına uyumuş masum.

Üstümü örttü. Başımı okşadı. Canım babam benim. Sesimi çıkarmamalıyım. Ama başım çok acıyor. Kulağım çınlıyor..

Uyumuşum. 
Yemeden.
İçmeden. 
Tuvalete gitmeden..

Hiç unutmadım o günü, unutamadım..
Ben yaramazım, ben çok yaramazım. Dayağı hak ettim..
Annem asla kötü değil..?

Fırtınanın çıktığı, Abla gemisinin kıyımıza çarptığı, annemin dalgalanıp dalgalanıp kabardığı, öfkeyle bana sardığı, kulak zarımı patlattığı günü..

Fırtınanın başka bir sahile fırlatıp attığı deniz yıldızı olsaydım. Yada istiridye kabuğu. Mutlu bir sahilde, güneşin yakmadan ısıttığı bir kumsalda olsaydım. Keşke..

Unutmuyorum..Unutamıyorum..

O gün; kulağım çok ağrıdı, acıdı, çınladı,
Yıllarca; hatıraların tokat izi, düşük-orta odyoloji olarak benimle yaşadı...
   




Bu bölümün ardından:

Çocuklarımızın kabahatlerinin nedeni bazen, bir korkudan kaynaklanıyor olabilir.. Çocukları cezalandırmadan önce, onların yaşını, yaptığı yaramazlığın altında yatan sebebin ne olabileceğini ebeveynlerin iyi değerlendirmesi gerekir..

Ve verilen bir cezanın şiddeti, dört buçuk yaşında bir çocuğun hatıralarından izi yıllarca silinmeyecek bir arızaya (büyük arıza, küçük arıza fark etmez) neden olmamalı...
 

  




Velayet kimin olacak.. -37



Melih kimde kalacak?.
İşte bütün mesele bu sorunun cevabında..

Şimdi bir kaç gün öncesine dönelim..O sabah uyandığımda kulağımın çınlaması geçmişti. Acıyordu, biraz da ağrıyordu. Ama dün akşam ki gibi çınlamıyordu. Annem mutfakta kahvaltı hazırlıyor. Üstünü başını giyinmiş. Demek ki yine gidecek ablama.

Usulca mutfağa girdim. Bana arkası dönük. Ocakta bir şeyler yapıyor..Tuvalete girdim. Canavarlar yok ortada..Ne sesleri var, nede kendileri..

Ohhh!..

Çarçabuk kahvaltı yaptık. Annem gitti. Beni nereye bıraktı. Yanında kim vardı. Bu telaş niye?. Hatırlamıyorum..

Sonra, uzunca bir süreyi hatırlamıyorum..




Eşyalar toplanmış seninle birlikte
Anılar saçılmış odaya her yere
Sevdiğim o koku yok artık bu evde
Sen
Masamız köşede öylece duruyor
Bardaklar boşalmış her biri bir yerde

…………………..


Bir gün, çıkmaz sokağımızın başına bir kamyon geldiğini hatırlıyorum ama, hayal meyal. Galiba Nihat amca indi kamyonun önünden. Annem nerede, ablam nerede, bir kamyon eşyanın hepsini mi Hamdi bey amcaların bodrum katına koyduk yoksa başka evlere de eşya emanetledik mi?, bilmiyorum. Hatırlamıyorum..

Peki, bir ev dağılırken, eşyalar oraya buraya saçılırken babam neredeydi, Melih kimde idi?.. Bunu da hatırlamıyorum..

Sonra, sonra yine hatırlayamadığım zamanlar var anılarımda..
**

Babam bir polis getirdi kapıya, annemi de aldılar üçü birlikte Karşıyaka'ya gittiler. Otomobil ile..

Niye ki?..

Akşamın geç bir vaktinde döndüler eve. Yorgun argın..Ama bebecik yok. Elleri boş. Yakalayamamışlar onları, alamamışlar minik oğlancığı.

Ablam nerede bu arada. Ben neredeyim ki, şimdi?.

Yine günler günleri kovaladı. Nihat amca geldi bir öğle vakti(Nihat amca, annemin yeğeni Aysun ablanın kocası hatırlarsanız. Adliye'de ya mübaşir, yada zabıt katibi diye hatırlıyorum mesleğini.),

*ön duruşma günü belli oldu dedi. Sıkmayın canınızı. İnşallah alacağız çocuğumuzu.

**

Ön duruşmada; çocuk çok küçük diye, polis nezaretinde haftada bir görme izni çıkmış galiba, ablama.. 

Eskiden boşanma davaları sonuçlanana kadar, çocuklar kimde kalmışsa, yani kim çocukları kaçırıp mahkeme gününe kadar elinde tutabilmişse velayeti alan, mahkemeden kazançlı çıkan o olurmuş.

Velayet savaşına konu çocuğun çok küçük bir bebek olması, kız veya erkek olması durumu bir nebze değiştirse de, son mahkemeye kadar herkes birbirinden çocuğunu saklar veya polis nezaretinde geçici görüşme yaparmış. Nihai mahkemeye kim kucağında yada elinden tutarak getirmişse, hakim nafaka ve velayet kurallarına karar verir, çifti boşarmış..

Öyle ki, büyük çocukların bir kolundan biri, diğer kolundan diğer ebeveyninin çekiştirmesi nedeni ile, birçok çıkıkçı işi çıkmıştır eminim:)



Peki biz, yani ablam, polis nezaretinde görüş hakkına sahip iken Melih'i nasıl kaçırdık Fadıl bey amcaların elinden..



Benim aklım ermez. Hala küçüğüm:).

**

Annem babam evde. Ablam yok, Melih yok. Sofrada yemek yiyoruz. Kapı çaldı. Gözler endişeli görünüyor, ama değil. Muzipçe gülüyorlar ikisi de.

*git kapıyı aç dedi, bana babam.

Kapıyı açtım. İki polis. Birinin elinde bir defter, diğeri biraz geride. Sağa sola bakıyor. Komşularımızın evlerine. O bakınan polisin biraz daha gerisinde Fadıl bey amca. Sinirden kararmış. Çıkmaz sokağın başında ise damalı bir taksi, içinde Müzeyyen hanım teyzemmm.

  

Polis babanı çağır dedi. Çağırdım. Kızın nerede, çocuk nerede diye sordu. Çekil eve bakacağız dedi. Girdi eve baktı. Her odamıza..

Ve çıktı dışarı.
*Ne çocuk var, nede gelininiz..

Fadıl bey amca çok sinirli. Bağırıp çağırıyor. İğne deliğine de saklasanız, bulacağım diye bağırarak bindi taksiye..

Polisler hala çevreye bakıyor, komşu kapılarına kulak kabartıyorlar. Bir bebek sesinden medet umuyorlar. Nede olsa onlarda biraz suçlu. Kendi gözetimlerindeki bir görüşmede, taraflardan biri diğerini ekti :)

Bu nasıl oldu ki?..

Kapıyı kapattık. Annem çok mutlu. Biraz da heyecanlı. 

*Ah diyor, şu nihayi mahkeme günü bir belli oluverse.

Biz ne kadar ay kaçırdık Melih'i. Bir haber geliyordu karakoldan polis çağırılmış ev kontrolü için, bizim evden ablam ve Melih vınnn.

Mahkeme gününe kadar saklayabildik bebeciği. Aman tedbirli olmalı, mahkeme salonuna girmeden hemen önce de alabilirler elimizden.

Lakin alamadılar. Bizimkiler mi erken gitti, yada geç girmek miydi taktikleri. Onlar ön ve arka kapıları tuttular da, bizimkiler mi girdi yan kapıdan. Belli değil. Alamadılar..

Nihayetinde, hakim Melih'i ablama verdi. Nafakayı belirledi. Babanın görüş günleri ve nasıl olacağı kesinleştirildi. Duygu eniştemin Almanya'da çalışmışlığı vardı önceden. Çocuğu yurt dışına kaçırmasın diye pasaport kontrolünden tek başına çıkış yapması halinde geçebilmesi kararlaştırıldı. 

Ve ablam boşandı..

Ve velayet, ablam da kaldı..

   




  



HATIRALARIN AYAK İZİ
Bölüm 3


PUZZLE'da BOŞLUKLAR VAR(bir).. -38




Puzzle'ı bilirsiniz.
Parçaları yanlış yere koyarsanız, bütünün ahengi bozulur.
Parçalardan bir veya birkaç tanesini kaybederseniz de, yerinde boşluk..

Kaybettiğiniz parçayı bulduğunuzda ise ya bir yeri kopmuştur, yada sonradan monte eğreti durmuştur.
**

Yanlızdım sabahın bir saatinde, bir ben vardım balkonda, birde kumrular ve serçeler. Cadde ıslaktı, kaldırımdaki eğriliklere yağmur sularından birikintiler olmuştu. Birikmiş yağmur suları ve etrafında hareler..

Yalnızdım..

'Yanımda kimse olmadığından değil yalnızlığım,
Yanlız olduğumu söyleyeceğim kimse olmadığından,
Yanlızım ben.' Hz.Mevlana..

Yalnızken ellerimi semaya açıp, ahenk dolu bir sesi dinledim. Geriye, geriye taa geriye gittim.

Birde bu sabahın sesini dinledim. Yarabbim şükürler olsun sana, sonunda mutlu olabilmeyi nasip ettin bana..

Benden geriye gittim o gece, geçmişi düşündüm sessizce..

Her anı kafamda sıraladım, sıraladıklarımı yazdım rahatladım!.

Yinede beynimde kalan parçalar var hala.. Hangi sırada yazmalıydım, hatırlayamadım..

Geriye dönüp yerleştirsem eğreti duruyor. Bundan sonra yazacaklarımın arasına yerleştirirsem de ahenk bozuluyor.

Kaybettim desem, diyemiyorum..Hatırladığım hiçbir görüntüyü beynimden anlatmamışsam silemiyorum.



Puzzle yapmak zor iş. Taa uzak diyarların, uzak zamanlarında kalan hatıraları sıralamak daha da zor..

Bazen öyle oluyor ki, kendime şaşıyorum. Sanki o anı yaşıyorum. Sanki o yaştayım.. Sanki oradayım. Sanki aradan yıllar geçmemiş gibi. Evet öyle bir an oluyor ki, çok çok önemsiz bir ayrıntı bile geliveriyor gözlerimin önüne. Hatırlanmış, en incesinden öteberi detaylar.. 

Hiçbir bağlantısı olmayan görüntüler de var hatırımda. Kopmuş bir film şeridinin, bazen bir sahnesi, bazen birçok, bazende olayın tamamı canlanıyor gözlerimin önünde.

Ve bazen, hiç bir şey yok kafamda. 
Bir boşluk. 
Bir hiçlik. 
O olayın başı neydi, ne zamandı diye düşünürken, karşımdaki koca bir kara delik. 

Birbirine karışmış ayak izleri, bazıları silinmiş gitmiş besbelli..





Hatırlamayı Unuttuğum, Depoda Kalan Anılar..


Kış mıydı, yaz mıydı?..
Yoksa baharların birinden, bir akşam mıydı?.
Ne zaman yaşandı bu anı..Unutmuşum!!

Sokak kapımızın yanındaki küçük oturma odasındayız. Ablam ve annem (demek ki ablam evlenmeden önce, çünkü Melih'i hatırlamıyorum) karşımızdaki evde oturan Havanım teyzelere gidecekler. Biz; yani babam ve ben niye onlarla geçmedik karşıya hatırlamıyorum. Ablam ve annem gittiler. Nermin'in kapıyı kapattığını duydum.

Babamın o akşam, üstündeki kazağı bile hatırlıyorum. Kareli bir gömleğin üzerinde saç örgüsü modeli ile örülmüş, kahverengi bir yelek. 

Bu yeleğe benzer.
     
Babamın kucağına oturdum. Çok seyrelmiş saçları ile oynadım. Bıyıklarını, kalın kaşlarını taradım. Bir yandan da konuşuyoruz. Konuşma bu yöne nasıl gitti hatırlamıyorum bile:

*yaramazlık mı yapmıyorsun?. Anneni üzüyormusun?.
*ben yaramaz değilim ki baba. Ama annem bana hep kızıyor.
*ya!! Peki niye?.
*bilmem kızıyor işte. Beni sinemaya götürürmüsün diyorum kızıyor. Peynir yemiyorum kızıyor. Sabunluğuda ben kırmıyorum zaten (çok yakında anlatacağım), vs..

Ben şikayet ediyorum, gündüzleri beni dövdüğünden, en küçük hatamda kulağımı çekip, kollarımı cimciklediğinden, ablamı daha çok sevdiğinden, beni hiç sevmediğinden, sıçanlardan korktuğumdan.... ha bire anlatıyorum, anlatıyorummm. Anlatmak denmez buna, çocuk aklı fırsat bulmuşken şikayet ediyorum durmadan..

Pencerenin kalındı perdesi. Yinede dışarıdan camın altından usulca süzülen gölgeyi fark ettim. Hemen sustum. Dışarının sessizliğine kulak kabarttım..Kalbim deli gibi çarpıyor. Oysa Nermin açmıştı kapıyı. Annemler girmişti içeri. Bu kim ki?. Ablam tabii ki :(

Ah, ah ben ne yaptım..
Sonuçlarını düşünemeyecek kadar aptalım..

Hadi bizde gidelim dedi babam. Yada ben mi istedim gitmeyi?..Suç bastırır gibi.

Acaba; orada babamla hiç konuşmamış gibi yaparsak dahamı rahat hissederim kendimi.

Anneyi, ablayı şikayet etmek kötü bir şey. Ama bir annenin de küçük bir çocuğu en ufak bir yaramazlıkta dövmesi doğrumu ki?. Kocaman ablanın minik kardeşini bu kadar dışlaması..Hele hele gizlice dinlemesi.

Hatırlıyorum.. Hemde çok net hatırlıyorum. Karşıya geçtiğimizde, gerilmiş ama kabahatini biliyoruz diyen yüzler. Annem, ablam, Havanım teyze. Her biri ayrı manada baktı.

Küçüğüm, belkide oldukça küçük. Ama çok erken öğrendim bakışların dilini:

Annem, sana göstereceğim diyor..

Ablam, söylediğin her şeyi duydum, duyurdum.

Havanım teyze, yazık sana diyerek bakıyor, biraz da cezayı hak ettin ama! der gibi.

Nermin, nerede kaldın, niye demin gelmedin. Haydi oyun oynayacağız gibi..

Hamdi bey amca, oo hoş geldin komşum, kadınlar fısırdaşıp duruyor, sıkıldım.

Babam, hem hoş bulduk der gibi. Hemde çocuğumu ezmeyin, ezdirmem, ezdiğinizi duyduğumda da bende sizi ezerim gibi..

Ben, ben ya ben:

Ben suçlu gibi..
Yaramazlık yapmış gibi.
Hiç bir şey olmamış gibi.
Oh olsun, anlattım işte babama canımı nasıl yaktığınızı der gibi.
Babam beni korur gibi.
Ya koruyamazsa gibi..
Lütfen ikide bir dövmeyin, cimciklemeyin, bağırıp çağırmayın gibi..

Eyvahlar olsun gibi,
Yarın tenimin rengi kızaracak gibi..
Hem azara, hem sopaya doyacak gibi..

Tam bu kadar değilse de, bacaklarım, popom, kollarımdaki cimcik morluklarım böyle olurdu. Aslında ne kadar canımı yaktığını bilmeden, hırsından vururdu. Sinirine hakim olamadığından.  Sonra aklına bile gelmezdi canımın, ruhumun acısı. Çünkü o çok meşguldü. Pişecek yemeği, Okunacak sipariş hatimi, İşlenecek kasnak işi, Düşünecek, sevecek, yanında olmadığında özleyecek BEHİRE'si.

     

Bir leylek tanıyorum..

Yeşil kanatları ile yanıp sönen..

Bembeyaz köpükler, duyun sesimi. Söyleyin leyleğe dileğimi.

Yalvarıyorum yarın beni başka bacaya bırakın..

Mesela, şapkalı amca ile örtülü teyzenin evine..

Yada dağlara, kırlara, ormanlara, annemden çok uzaklara..

En sevdiğim Yap-Boz.
Bir kız, güzel bir klübe, leylek, ağaçlar..
Ve burada Mutluluk var..





PUZZLE'da BOŞLUKLAR VAR(iki).. -39


Lake District fotoğrafları-Dripta ROY

Burada hayata dair bir eksik var.
Mesela kuşlar eksik, kanat çırpışlar da.

İnsanlar eksik, vücut ısısı da.
Yürek çarpıntısı da..

Aşk eksik. Aşıklar ve onları yaşatan duygular da..

Hatıralarımda ki eksikler gibi. Puzzle'daki boşluklar gibi..

Sonradan hatırladığım birçok anıyı yerine yerleştirmekte zorlanıyorum. Hatırladığım şeylerin sırasını da belki şaşırıyorum..

Zira ablam evlendi, doğum yaptı, eniştemden ayrıldı bile. 
Örtülü teyze ile şapkalı amcanın, bir sabah bize yaptıkları ziyaret ile çok mutlu oldum. Onlar gitti buruldum..
Kartpostaldan kule yapmayı öğrendim, hatta bir akşam vakti çocukça bir saflıkla ablam ile annemi, babama şikayet ettim.

Tüm bunları düzenli hatırladığımı düşünürken, ayak izlerini dikkatle takip ettiğimi zannederken, bazen sırasını şaşırmış bir anı karşıma dikiliveriyor. 

Şimdi ben bu anıyı nereye yerleştireceğim, bu hangi zamanda olmuştu nasıl bileceğim?..

Sorular, sorular..Tam yerine uymayan onlarca cevaplar..
**

Bir görüntü. Ablamın üzerinde kahverengi, jarse bir pantolon. Hiç beğenmedim. Gömleğinin rengini ise  hatırlamıyorum. Sadece krem rengi motif motif örülmüş bir yelek kalmış hafızamda.. Kaküllerini yandan ayırmış. Hava soğuk. Bir çorba içiyoruz. Çok acı. Ama güzel..Yanında hamur var. Sokak bizim sokağımız değil. Şehir; bizim şehir hiç değil.

Burası neresi..Çok kalabalık. Konuşma tarzları farklı bir yığın insan. Gelen geçen kafamı okşuyor. Annem yok burada. Annem neden yok?, Melih neden yok?. Ne zaman geldik. Ne zaman gideceğiz. 

Niye, neden, nasıl?. Muamma bin tane durum. Daha garibi ne oldu da ben burayı hatırlıyorum şimdi..Burada unutamayacağım bir şey olmuş ki, hafızamda soğuk kış gününün buğusu yüzmekte.. 


    
*Ah guzumm.

Herkes bana ah guzum diyor.

*Alıştı mı dayı?. 

Neye alışacağım yahu?. Ah guzumm ne?. demek..

Ablamlar düğüne gideceklermiş. Bu kaldığımız evde çok çocuk var. Biri çok yaramaz. Benden büyük. Adı Yaşar..Öfff:( bende gitmek istiyorum düğüne götürmüyorlar..

Başka bir yerde, yine başka bir evdeyiz.. Ne ara geldik bu eve. Burada örtülü bir teyze var. Çok sevdim. Oda beni sevdi. Bir yığın çocuk da burada var. Nereye gitsem çocuk kaynıyor.. Bu teyze bana sarılıp sarılıp ağlıyor. Karşı evin kapısından girince sol tarafta bir tulumba. Her yerde toz var, çamur var, çakıl taşları var. Kavak ağaçları uzanıyor tulumbanın etrafında. Kel kalmış, çoğu yapraklarını dökmüş. Tek tük dökülmeyen yaprağı ise nazlı nazlı sallanıyor.. Dallarına sıkı sıkı sarılıyorlar..

Benim şimdi hayata sarılmaya çalıştığım gibi..

Örtülü teyzenin evi ile bu ev arasında sürekli bir gidip gelme var.



Bu evde de bir örtülü teyze var. O benim sevdiğim teyzeden daha yaşlı. Başımı okşadı..Tulumbanın yanındaki duvarda bir seki var. 
*Şeker ister misin, ağamın kuzusu dedi.
İsterim tabii. Sekiye uzandı teneke bir kutu aldı. Bir tanesi pembe-beyaz çizgileri olan halkalı şeker ile içi cam gibi saydam sarı akide şeker çıkardı..






Bana şekerleri uzattı. Yüzüme baktı..Kehribar gözlüydü. Yada hazel..
*Seni ağama virecem...

Ve düştü.
Tulumbanın başına yığıldı..
Öldü.
Galiba öldü..

Başka hiçbir şey hatırlamıyorum. Kim bu kadın..

Hayır, hayır bak şimdi hatırladım. O kadın babaannem.

Kalabalık..
Örtülü teyze bana sarıldı. Ağlıyor. Ağlıyor. Ağlıyor..

*Virmemmm. Kimselere virmemm. Hem onu öldürürüm, hem kendimi. Bebemi virmem. Emiyo daha zaten..Virmemm.



Örtülü teyze ağlıyor. Koyun gibi kokuyor..

Bebesi emiyo. Kimseye vermezzz.

O; anaç bir koyun her halde, bebesi emen bir kuzu..



  




PUZZLE'da BOŞLUK VAR(üç).. -40



Ama verdi..
Vermek zorunda bırakıldı..

Sütten kesti, bebesini gurbet ellere gönderdi..
Bir başkasının, bebesi olsun diye verdi..

Benim; o nerede, bu nerede, o kim, bu kim, burası neresi, şu önce miydi, bu sonra mıydı gibi sorularıma dört dörtlük sıralı cevaplar bulamadım..

Her şey aşağı yukarı şöyle gelişmiş, çok sonraları öğrendim:

** HER ŞEYİN BAŞLANGICI

Soğuk bir kış mevsiminde babamın büyük dayısı memlekette oturan kız kardeşini (yani babaannemi), yeğenlerini, akrabalarını ziyarete gelmiş. Annem bana hamile. Doğum çok yakın. 

Annemi gören büyük dayının ( bu arada annemler ile babaannemler kapıları birbirine bakan karşılıklı iki evde oturuyorlarmış. Yeme, içme ve kazançları ortak olacak şekilde)  gözleri dolmuş, benim hiç çocuğum olmadı diye. 

Anası doğum esnasında ölmüş bir bebeyi, süt anasına emanet vermişler demiş babaanneme. Sende biliyorsun ya. O günler geldi aklıma yine. Sütten kesildiğinde, bebeğin babası: 

*bende çocuk çok isteyen biri olsa da bebeği versek diyerek etrafa haber salmış.

Bunu duyan ahbaplar haber verdi. Gittik aldık Burdur'dan. Baktık, besledik büyüttük. Evlat oldu bize. Şimdi epeyce büyüdü Behire. Bizde gün gün yaşlanıyoruz. Yarın bir gün evlenir gider. Yaşlılık günlerimizde kim açacak kapımızı. Bir çocuk daha büyütebileydik ya.

Babaannem: 

*ağam, üzme sen kendini, benim Saadet gelin yine yüklü. Ben daha öncekini de (amcamın ortanca oğlunu da vermek istemiş) sana   vermek istedim veremedim, olmadı, ayrılmadı anasından.. Bu kez doğum olur olmaz en kısa zamanda veriveririz bebeyi sana. Bunu da sen büyütürsün. Hem halis kendi kanın, kendi soyun. Ne olacak burada köy yerinde büyüyecek de. Gelinin var daha 3-5 çocuğu nasılsa..Kız olursa yingemin adını koyarım sevsin, benimsesin diye, erkek olursa ağam sen koy adını. 

Kanından bir canın olsun. Sizi ana bilsin, baba bilsin.          
Büyük dayı, yani babam. İlk baba diye bildiğim, sonradan ikinci babam olduğunu öğrendiğim canım babam.. 

*Olmaz demiş büyük dayı. Çok iyi olurdu ama olmaz. Daha öncekinde de dediydim sana gelinin rızası olmadan, kendi isteği ile gönlü ile vermeden asla olmaz, almam. İstediği zaman gelirler görürler ama, yine de rızası şart.

Ben konuşurum demiş babaannem. Niye olmayacakmış. Sütten kesilince ben sana haber salarım ağam, gelir alırsın yada bizden biri getirir.

Bu hikaye böyle başlamış.
Anam beni doğurmuş..
Babaannem evlerin kralı. Emrinin üstüne söz olmaz. Anneme: 
*Gelin bebeyi çabuk palazlandır, ağama virecem demiş. Yingemin adını koydum, ağama virecem..

Annem, önce adıma karşı koymuş. Tabii ki sadece kendi kendine. Anamın içinden geçen başka, konan isim ve nüfusa yazdırılan isim başka..

Sonra başlamış emzirmeye. Her ağladıkça dayamış göğsünü ağzıma. İstemiş ki emme bağımlısı olayım. İstemiş ki taa kocaman olana kadar emeyim. Ne kadar büyük olursam, o kadar bağlanırım ona. Ne kadar büyük olursam alamazlar beni ondan. Ben gitmek istemem. Kendi karşı koyamasa da, bebesi karşı koyar cadı kaynanaya.

Ne zaman sorsa kaynanası, emiyo daha demiş. Kesilmiyor bir türlü. Hiç bir şey yemiyor, emiyor.

Arada çok şiddetli hastalık geçirmişim. Şimdinin havalesi, o zamanların çok fena 'Alavlanması'.. Aşırı ateşten günlerce kendimden geçmişim. O günlerden kalan iz bir  gözümdeki 'Şehla'lık.

Büyük dayı ve diğer kızını ilk kez gördüğümde, hem beni almaya hemde akrabalardan birinin düğününe gelmişler. Annem nerede, Melih nerede, burası neresi, kimin evi diye kendime sorduğum sorular aslında yanlış zaman dilimi. Hafızada kalmış zamansız anılar. İlk anılarım. Başka anlarla eklemeye çalıştığım, lakin hiçbir yere tam oturtamadığım ilk anılarım..

Bu ilk anının görüntüleri ile daha sonraki anıların kelimelerini yapıştırmışım birbirine. Hiç kimse bu ilk anıda:
*Ah guzum, alıştı mı dayı dememiş aslında. Dedim ya, anlık görüntülere, sesler montajlamış hafızam..

Bu ilk karşılaşmada beni alıp götürmemiş büyük dayım. Sonradan babam olan dayım. Kıyamamış. Gelinde emziriyor zaten..

Aradan aylar geçmiş. Belkide yıl. Bu arada babaannem kalp krizi geçirmiş. Tulumbanın başına yığılmış kalmış..Benim başı örtülü yaşlı bir kadın, kehribar gözlü, hazel gözlü diye hatırladığım o cevval yaşlı kadın, bana ağamın kuzusu diyen kadın tulumbanın başına yığılmış kalmış..

İçeriye taşımışlar onu. Kısa bir süre yatmış. Ölmeden öncede vasiyetini diyecek kadar:
*bebeyi sütten kesin, ağama verin..

Babaannemin cenazesi için gelen büyük dayı hiç bir şey demeden dönmüş İzmir'e. Bakmış gelin hala emziriyor. Kıyamamış. Hiçbir şey dememiş. Bu iş kaldı galiba diyerek dönmüş gitmiş evine..  

Üç beş ay sonra ise babam, anamın vasiyeti var demiş. Anamın vasiyetini yerine getireceğim. Beni sütten kestirmiş. 

Benim anam, bana örtülü teyze olmuş, kendisi şapkalı amca..

Koca dayıya haber salmış:
*Dayı, çocuğu sütten kestik, Mukaddes abla ile gönderiyorum.

Önce Allahcc'a, sonra sana emanet..


Netten..
        
Sahip olduğum birkaç resimden ..









İNCİRALTI.. -41



Foto: netten..


İşte böyle, hatıralar böyle böyle başladı. Benim İzmir'e Mukaddes ablaların refakatinde gönderilmem ile.. Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovaladı durdu..

Bazen sıralı, bazen bölük pörçük hatırladığım anıların izlerini takip ettim durdum yıllar yılı. Kendimce, sessizce..

Birçok komşuyu, eşi dostu, akrabayı öğrendim, arkadaşlar edindim.

Tüylü meşeyi de unuttum, örtülü teyzeyi de. Unuttuklarımla tekrar karşılaştım. Karşılaştıklarımı yeniden tanıdım. Amca gibi, teyze gibi, her hangi biri gibi..

Hayalimde hep güzel şeyler canlandırdım, gerçek de ise çoğunlukla ağladım. İçimdeki sazlar başka tınıda çaldı, dışımdaki olayların sesi, sazı başka notadan..

Konuya, komşuya, eşe, dosta, akrabayı talukata gösterilen resim başkaydı evde yaşananlar bambaşka..

Bazen yaz yağmuru gibiydi hayat ılımanca, bazen de kış yağmurları gibiydi; soğuk damlalardan kaçacak delik ararcasına..


***


Çoğunlukla Faylat ile oynar oldum sokakta. Nermin, akşamları oynadığımız kartpostallardan kule yapmak dışında, pek oynamıyor artık benimle. Ya dersi oluyor, yada ben onun için küçük kalıyorum daha önce söylediğim gibi.

Ayla'da benden büyük. Hatta Sema bile 1 yaş büyük ve bizim mahalleye sadece hafta sonları geliyorlar..

Anlatmışımdır buraya kadar yaşadıklarımı, tanıdıklarımı. Şimdi yeni birilerini, yeni yerleri, yeni olayları anma zamanı...


***

Üst mahallede Filiz'ler oturuyor. Onların mahallelerini, sokaklarını, aile içi birbirlerine davranışlarını, misafir ağırlamalarını vs. çok seviyorum. Filiz'lerin evlerinin iki girişi var. Büyük giriş; İkiçeşmelik Caddesi üzerinden girilen kapı. Geniş bir avludan sonra, binaya ulaştığında önüne çıkan karanlık bir koridor, arka sokaktaki ikinci giriş kapısı olan kömürlük kapısı ile birleşiyor. Hane halkı çoğunlukla bu cadde üzerindeki büyük kapıyı kullanıyorlar.. Kömürlük kapısı ise bir uçtan arka mahalleye açılırken diğer ucu merdivenlerle yukarı bağlantı sağlayan ürkütücü bir yer. 

Orta katta Filiz'in amcası, yengesi, çocukları oturuyor diye hatırlıyorum. Yanlış hatırlamış da olabilirim çok emin değilim bundan. En üst kat Filiz'lerin evi. Filiz'in babaannesi de onlarla kalıyor. Gitmekten keyif aldığım bir ev. Annesi çok iyi bir kadın. Adını hatırlamıyorum İkbal miydi ki?. Filiz çok güzel bir kız. Upuzun, dümdüz, sapsarı saçları var. Taş bebek gibi..
   

Filiz'lerin bir de İnciraltı'nda bahçeleri var. Bahçe mi desem, çiftlik mi? şahane bir yer. İzmir'in boğucu sıcağından, Ege'nin serin sularına en çabuk ulaşılan sahil bölgesidir İnciraltı.. Halk plajı var burada. Yazın iğne atsan yere düşmez dedikleri plajlar vardır ya, işte öyle bir yer. Bir de yakın çiftlik veya bahçe sakinlerinin, çitlerini geçince denize ulaşabildikleri daha sakin bölgeler de var. Tabi şanslı olan bizler, bahçe sahibi tanıdıklarımıza yaptığımız yatılı hafta sonu ziyaretlerinde; hem yeşil doğanın keyfini, hem de deniz keyfini bir arada yapabiliyoruz.

Filiz'lerin çiftlik evine ilk gittiğimiz günü hatırladım. Konak'tan İnciraltı dolmuşlarına biniyorduk..Ama ne kadar gittiğimizi hatırlamıyorum şimdilerde..

*Yol ağzında inecek var dedi annem. Demek ki daha önceleri de geldik, nerede ineceğimizi hemen kestirdi.. Ben bu günden önceyi hatırlamıyorum..



Her iki tarafı ağaçlarla, otlarla kaplı toprak bir yoldan uzun süre yürüdüğümüzü net hatırlıyorum ama. İki katlı çiftlik evine vardığımızda sanki saatlerce yürümüş gibi yorulmuş, terlemiş, acıkmış ve susamıştım..


O eve çok benzer bir ev..


Mutfak kısmı buna benziyordu.
   
Tulumbada elimizi yüzümüzü yıkadık. Cevizin altında tahta bir masa vardı. Zannedersem 20'i 25 kişilik büyük bir masa. 

Evden çıkıyorum. Gözlerimi ovuşturarak. Ne zaman eve girdim, ne zaman yattım uyudum. Kaç gündür buradayız, yoksa bu sabah mı geldik. Babam nerede?. Ya hanemizin diğer üyeleri. Bu anı ablam boşanmadan öncesine mi ait?. Bilmiyorum. 

Bildiğim muhteşem bir ortam. Hava mis gibi. Ilık. Ne sıcak ne soğuk. Tatlı bir esinti var ağaçların yaprakları arasında. Annem evin duvarına dayanmış sedirde oturuyor. Her zaman ki gibi örgüsü elinde. Ev dışında örgü örer. Evde nakış işler. Filizin annesi tulumbanın başında domates, salatalık yıkıyor. Cevizin ilerisinde ki sebze bahçesinin kokusu, yıkanan sebzelerin kokusu ile birleşince iştahım eni konu kamçılandı..Ne yedik ne içtik başkaca hatırlamıyorum. Babam ve evin beyleri ne zaman geldi, bak bunları da hatırlamıyorum..




Ceviz ağacının dalındaki salıncağı hatırlıyorum ama. İlk kez ipin üstüne değilde, tahta oturmalığı olan bir salıncağa bindiğim dün gibi aklımda. Ve inn! hadi in, sıra bende diyen çocukların olmadığı, ev sahibinin kızının veya diğer çocuklarının kıskançlıktan dirlik vermediği bir ortama alışkın ben, bu sakinlikten, bu anlayış ve nezaketten şakın vaziyette doyana, bıkana kadar sallandım o salıncakta.. 

İnciraltı'na ait iki farklı zamandaki iki önemli hatıranın dışında başkaca bir şey yok anılarımın arasında..

On beş-yirmi dönümlük büyük bahçenin arka çitinde fazla yüksek olmayan bir yerden arkadaki mısır tarlasına çıktık. Mısır tarlasının sahibi mısırlara zarar verilirse çok kızarmış. Ama halk plajına gidebilmek için o tarladan geçmek zorundayız. Çok kısa bir mesafeden sonra plaj. Denizin sesini, kokusunu duyabiliyorum. İlk kez yüzmek için denize girildiğini göreceğim galiba..


Burası İnciraltı mı ki?..
      

Çok kalabalık. Taaa ilerilerde soyunma kabinleri (o ne demek ki) varmış, lakin biz havlu tutan kadınların arasında soyunduk. Amanın o da ne, koca koca adamlar don gibi bir şeyle (mayo deniyormuş) üstleri çıplak koştular denize. Adamlar çıplak, biz çocuklar çıplak, kadınları hatırlamıyorum..

Denizin kenarında oynuyoruz. Diz kapağıma kadar gidip oturdum suyun içine. Dalgalar değdikçe vücuduma çok mutlu oldum. Ellerimle köpükleri tutmaya çalıştım. Denizin içindeki kumları avuçladım. Sonra sert bir dalga çarptı küçücük bedenime. Oturuyor olmamdan dolayı başımın üzerinden geçen tuzlu deniz suyu ağzımdan, burun deliklerimden içime aktı. Birden dengemi kaybettim. Oturdum yerde devrildim. Bir türlü toparlayamıyorum kendimi. Konuşamıyorum, bağıramıyorum. İnsanlar yanımdan gelip geçiyor, ben suyun içinde çırpınıyorum. Hatta annem ve bir iki kadın çocuk yüzmeye çalışıyor diyerek benden bahsediyorlar zannedersem. Ama kurtulamıyorum bu dengesizlikten. Bir türlü ayağa kalkamıyorum, oturamıyorum, sadece çırpınıyorum..Gülüşmeler, sesler, sözcükler uzaklaşıyor benden. Çırpınıyorum..

Aaa!! çocuk boğuluyor dedi biri. Duydum!. Bir iki el suyun üstüne çıkardı kafamı. Gözümü açamıyorum. Nefes alamıyorum. Bir kaşık suda boğuldu demek, böyle bir şer olsa gerek. Kıyıcık da, insanların ayaklarının altında az kalsın boğuluyordum..

Çok korktum..


***

İnciraltı'na ait ikinci vukuatlı olayımız ise babamın boğulması..
Yine Filiz'lerin bahçesindeyiz..Bu kez kalabalık. Komşular falanda var zannedersem. Sabah, ceviz ağacının altına kurulan büyük kahvaltı sofrası çok şahane. Tıpkı muhteşem ceviz ağacı gibi..




     
Neler yok ki kahvaltı soframızda. Puf börekleri (ah puf böreği anım tam bu arada yazılmalıydı ama daha sonra anlatırım), çörekler, zeytinler, peynirler, yeşillikler, vs..

Sıkı bir kahvaltı sonrası İnciraltı plajındayız. Ben hangi yaş dilimindeyim hatırlamıyorum. Hatırladığım birçok adamın babamı karga tulumba denziden çıkardıkları..Yüzü koyun yatırdıkları ve bağırış, çığırış, çekilin çekilin doktor geldi sesleri..

Babam boğulmuş. Çok iyi bir yüzücü olduğu halde denizde çırpınmaları, bir delikanlının fark etmesi ve birçok insanın babama doğru yüzmesi. Onu tam zamanında kıyıya taşımaları..

Demek ki ne yapacakmışız?. Tok karına denize girmeyecek...








PUF BÖREĞİ (ve annem galiba seviyor artık beni).. -42 

İnciraltı'ndaki Puf Böreği bitmiş ama elifinterazisi'nde bana yetecek kadar var.:)


Bu kötü alışkanlığı neden,nerede veya ne zaman kazanmıştım hatırlayamıyorum..

Hiç kimsenin evinde pişmiş yemek  yemezdim ben. Daha doğrusu tanımadığım insanların evinde yiyemezdim. İlk kez gördüğüm yemekleri. İlk kez tadacağım lezzetleri. Yiyemezdim taa ki Puf böreğine kadar.

Gülseren Ablalarda kekleri, börekleri yiyişimi, ablamın evindeki Zülbiye'yi, Havanım teyzelerde sık sık yaptığımız kahvaltı ve öğle yemeklerini düşününce; yaşadıklarımı anlatırken sırayı şaşırdığımı fark ediyorum şimdi. 

Tanıdıklarımın evinde bir şeyler yiyebiliyordum, kiminin evinde ise ilk kez gittiğim için yiyemiyordum. Birde pişen şeyin ne olduğu, görüntüsü ve muhteviyatına göre de yeme tercihim değişiyordu herhalde. Her neyse.

Akrabalara yatıya gitme haricinde, tanıdıklarımıza, ya günü birlik yada en fazla 1 günlüğüne giderdik. Benim için evden götürülen zeytin-ekmek ve gittiğimiz evde yediğim meyve, sebze, salata ile günü bitirirdim. Asla pişmiş yemek, börek-çörek, hatta ekmek  yemezdim. Büyük ihtimal sorunum kokuydu. 

Yemek kokusu, işkembe kokusu, et kokusu, peynir kokusu..Beni etkileyen peynirin ıslaklığı vardır ya, birde kendine has kokusu, o işte.

İnciraltı'nda babamın boğulduğu gündü galiba. Yada başka bir bahçe, başka bir zaman. Bilmem. Güzel bir sofra hatırlıyorum. Ve bir iki gündür aynı evdeyiz. Yanımızda benim için götürülmüş zeytinyağlı yemekler bitmiş. Zeytin ekmek de bitmiş. Hemde dün. 

Karnım çok acıkmış. Büyük bir sofra.. Evet evet hatırlıyorum, orası İnciraltı. Gölgede bir salıncak. Duvar dibinde bir sedir. Ceviz ağacının altındaki büyük tahta masada kar gibi masa örtüleri. Üstü envai yiyeceklerle dolu. Evin hanımın elinde bir tencere ve maşa, sofra başında bekleyenlere börek dağıtıyor. Güzel bir böreğe benziyor. Mis gibi kokuyor. Yeni kızartılmış, sıcacık..Güneş gibi sıcak. Babam gibi sıcak.





Kızarmış hali tatbilir.com'dan:)

Ben börek istemem. Önce sofradaki erkeklere, sonra kadınlara daha sonrada genç ve çocuklara birer ikişer börek veriliyor.. Ben yemem. Bizim olmayan yiyecekleri yemem..

*Bu zeytinler bizim mi anne?.
*Bizim bizim ye.
Bizim ki bitmişti. Annem niye böyle dedi ki?. O bizim mi, bu bizim mi derken ne börek kaldı, ne çörek. Ekmek de bitti, zeytin de. Herkes doydu, ben yarı aç.

*Anne ekmek kaldı mı?.
Yarım dilim ekmek buldular bana. Bir domat ile yedim. Bizim ekmek gibiydi. Annem kızgın. Gözleri çakmak gibi. Parlamaya hazır ama babam var. Konu komşu, hane halkı oldukça kalabalık. Kızmaz şimdi.

*Anne, sizin yediğiniz börek güzel miydi?. Ben doymadım anne. Bir tane börek yiyeyim mi anne?.
*Zıkkımın dibini ye. Herkesle birlikte yemezsin. Sonra böyle aç kalırsın.

Çaktırmadan da bir cimcik.

Haklıydı annem. O sıralar beş yaşında mıydım. Birazcıcık daha mı büyük?. Yoksa daha mı küçük. Sofrada yemeliydim. Çok haklıydı çok. Sofrada karnımı doyurabilirdim. İnadımdan yemedim galiba. Börek mis gibi kokuyordu, yiyebilirdim. Kurabiye, ekmek, çekiçte zeytin, kekikli yağ, domat, reçel birde tabi ki çörekotlu çökelekli sahanda yumurta. Niye yemedim ki?. 

Kaçırdım bunların birçoğunu. Yiyemedim. Yemedim. Burnumda güzel bir börek kokusu. Hani sabah hamurunu mutfakta yufka gibi kocaman açtılar, yarısının içine öbek öbek peynirli maydanozlar koydular. Kalan yarıyı peynirli yarının üzerine kapattılar. Peynir öbeklerinin kenarlarından bakır kapak ve çay tabağı ile kesip yağda kızarttılar.

Nasıl yerim ben onu. Bir kere annem yapmadı. İkincisi içinde peynir var. Lakin kötü kokmuyor. Bilakis mis gibi kokuyor. Acaba boş da yapmışlar mıdır?. Peynirsiz mesela. Öğlene de kızartırlar mı?. Mutfağa gitsem, ben hiç yemedim desem, boşundan peynirsizinden var mı desem verirlermi ki?. Mis gibi kokuyordu. Et gibi, tavuk gibi. Asla peynir gibi değil..


    
Gözlerim dolu dolu. Usulca sofrayı toplayanların arasına karıştım. Mutfağın kapısına kadar yanaştım. Annem içeride. 
*Güzel gelinim diyor. Çocuk bir şey yemedi doğru dürüst. Börekten sofrada istemedi, sonrada canı çekti. Börek kaldı mı?.

Bu arada; annem de çok vicdansız değilmiş. 
Arada sırada da olsa küçük kızını severmişşş. 
Bak benim için ev sahibinden börek bile istermiş..

*Ah hanım annem, şu yarım kalmış. Başkaca da yok. Biri ısırmış ucundan bırakmış.
*Tühh! cins çocuk, yemez onu.
*Yerimmmmmm!.

Başkasının pişirdiğini de yemezdim, ısırdığını da. Ama işte bu kez canım çekti.

Peynir kokmuyordu. Hala biraz sıcaktı, yani ılık ve peynirsi peynirsi kokmuyordu. İlk defa peynir yiyorum. Demek ki pişmiş peynir güzelmiş. Çökelekli yumurta da güzeldir o zaman.

Demek ki; pişmiş peynir çok güzelmiş. Başkası yapsa da sıcacık börek çok güzelmiş. Puff puf. 

Kokusu, tadı bir ömre bedelmiş..

    
      





HAKİM AMCA.. -43



Babam da, annem de hazırlandılar. Beni de çook güzel giydirdiler. Hani şu çizgili etek ve ceketim var ya. Giyince film artisti gibi olduğum. İşte o elbisemi giydim.



Kırmızı pabuçlarım, beyaz çoraplarım. O çantayı ve gözlüğü kim aldı hatırlamıyorum ama bu kıyafeti her giyinişimde takıveriyorum gözüme, omzuma.. Her bir şeyimle hazırım. Gezmeye gideceğiz galiba.

Babam sabırsız. Bir aksilik çıkmaz ve bu mahkemede şahitler de dinlenirse, işlem tamam olur diyor anneme. Hayırlısı ile gelinde aksilik çıkarmaz ise, bugün biter bu iş. Dur bakalım ne olacak... 

Hep aynı şeyleri tekrarlayıp duruyor.

Annem tepkisiz..

Evden çıkmadan önce babam beni yanına çağırdı:

*Gel bakalım Çitlenbik. 

Gittim hemen kucağına kuruldum.

*Sen bu gün niye pul satmaya gitmedin baba? diye sordum hemen. Bizi gezmeye mi götüreceksin.

*Evet dedi babam. Bugün, sen, ben, annen bir yere gideceğiz. Hani sen biliyorsun ya Sadet teyzeni Kamil amcanı, onlarda bizim gittiğimiz yere gelecekler..

*Yaşasınnnn.

*Bak orada siyah cüppeli (cüppe ne ya!) amcalar, ablalar da göreceksin. Sakın onlardan korkma. Sana soru sorarlarsa o amcalar, güzel güzel cevaplarsın e mi benim akıllı kızım. Ne sorarlarsa cevap ver. Bana baba dediğini, annene anne dediğini söylersin. Hem artık Sadet teyzene de anne de bundan sonra, Kamil amcana da baba de olur mu kızım?.

*Aaaa. Ya!!. Nedenn?. 

*Evett! bak ne güzel işte, hep diyorum ya sen çok şanslı bir çocuksun, iki tane annen, iki tane baban var. Bir yığın da ablan, ağabeyin, kardeşlerin...

Bizim sülalenin resmi iş ve işlemlerinden sorumlu, en atik, en bilgili, en etkili, en yetkili, nede olsa Devlet Memuru (Zabıt Katibi miydi yoksa Mübaşir mi?. Birden hatırlayamadım) Nihat abi erken gelin demiş. Bu sebeple erkenden çıktık evden. Nasıl gittik, İzmir Adliyesi o zamanlarda Valiliğe yakın Konak semtinde miydi?, yoksa başka bir semtte mi? hiç hatırlamıyorum.

Hatırladıklarımı arka arkaya yazayım:



Kocaman bir oda. Yüksek bir yerde oturan iki üç kişi. Babamın dediği gibi siyah elbiseleri var üstünde. Yakaları kırmızı veya yeşil. Ne bileyim öyle bir şeydi işte. Bir tane kadın. Önündeki makinadan çat çat çat diye sesler geliyor. Babam ayakta. 

*Gel bakalım küçük kızzzz.

Korktum mu?. Hayır. 

*Yanıma getirin çocuğu. Birde kavanozdan şeker verin eline.

Üstü susamlı, içi fındıklı bir şeker ağzıma, iki tane pembe çizgili akide elime verildi bile. Ağzımın yanından su akmasın diye dikkatli yediğimi ve şekeri çok sevdiğimi bu gün bile hatırlarım.

Hakim amcayı çok sevdim. Bana şeker verdirdi. Alayım mı, almayayım mı diye anneme babama soramadım bile. Nihat abim elimden tuttu, birkaç adım sonra başka bir adama verdi elimi o adam da hakim amcanın yanına kadar götürdü beni. Hakim amca çok tatlı. Mis gibi kolonya kokuyor. Limonmu gizli çiçek mi?. Bilmem. Ama çok güzel kokuyor. Yanağımdan okşadı:

*Gel bakalım küçük hanım.

* :))

*Adını biliyorum. Haydi bana annenle babanı göster bakayım. 

Annemi babamı gösterdim. Sadet teyzeler daha arka sırada oturuyorlar. Bana bakıyor Kamil amca. Ay kamil baba. Öyle diyeceğim bundan sonra ona.

Babanı seviyor musun, anneni seviyor musun, evini seviyor musun... sorular sorular..

Çoğu soruya cevap vermediğimi, kafa salladığımı hatırlıyorum. Ağzımda şeker var. Konuşursam kenarından sular akar. Üstüm başım batar, annem de çok kızar.

*Sizin evde sana kızan var mı?. Seni döven var mı?.

*Babam beni hiç dövmez ki!!.

*Peki ya annen?. O döver mi?.

(Evettttt. Her zaman. Yani çoğu zaman..Bazen. Yaramazlık yapınca.......nasıl söylerim ki, söylersem annem çok kızar.) 

*Seni evde döven var mı?. Annen, ablan döver mi çocuk?. Bana bak, başka kimseye bakmadan cevap ver..

*Iıı.

Mahkemenin kalan kısmında annemle babamın arasında oturduğumu hatırlıyorum. Kamil babamın başka bir cüppeli amcanın yanına kadar geldiğini, bir kaç kez dönüp bana  baktığını, Sadet anneminde bana bakarak konuştuğunu hatırlıyorum. Ama ne söylediklerini, hakim amcanın onlara neler sorduğunu hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey hayatım boyunca 'Hakim' olmak istedim. (Olamadım. Ama hep bir şekilde Adaletin benim yanımda var olduğuna inandım)

*Yaz kızım. Karar verildi. 

Ana baba adının değişmeyeceğine, ana babanın istediği her an görebileceğine muafakatla Kamil kızı .............'nin 'Evladı Manevi' olarak Naim B..........'ya verilmesine, Hüviyet Cüzdanına işlenmesine, şahitlerin huzurunda hiç bir şüpheye gerek duyulmadan verilmesine.....







Takkkkk.

Tokmak vuruldu. Karar verildi. Ben artık 'Evladı Manevi' imişim. 

Yani; kayıtlı, kuyutlu, mahkemeli, kararlı Hüviyet Cüzdanlı:

EVLATLIK...

Ayvayı yediğimin belgesi yani:(








   


Ana Kokusu.. -44




Düşünün ki şu pisicik gibi; daha hiç sırt üstü, ağzım yarı açık, mışıl mışıl uyumamışım. Üstümde ana eli, yatağımda ana kokusu hissetmemişim..

Hep teyakkuzda, hep teyakkuzda..Yok yok! bazende ıslak bir uykuda, dayak yeme korkusuyla sinmiş durumda yatağın bir ucunda.. Ya uyur kalırsam, ya yine yatağı ıslatırsam ( ki çoğunlukla ıslatıyorum bazen üşüdüğümden, bazen fare korkusundan), ya babamın tuvalete  ineceği zamanı kaçırır da yalnız başıma aşağı inmek zorunda kalırsam, ya ya ya... mışıl mışıl uyumamak için birden çok neden..


***   

Mahkemeden çıkışta neler oldu, neler yaşadık hatırlamıyorum bile. Saadet annem ve Kamil babam da bize geldiler. Birkaç gün kalıp gideceklermiş. 

Onların ellerini tutarak yürüdüm sokakta. Arap Fırını'ndan gevrek ve kumru aldık. Sıcak sıcak.. 

Babam çok mutlu, gözlerinin içi gülüyor. Artık resmen bir kızı daha oldu çünkü..Ben çok mutluyum, yeni annemle babamın elini tutuyorum..Eski annem mutsuz gibi. Yada bana öyle geldi..

Evimizi hatırlıyorsunuz değil mi?. Küçücük, eski ama bizim evimiz..Oraya doğru gidiyoruz hep birlikte.


Mimar olaydım daha güzel çizerdim. Anlattığım yaş dilimi ile şimdi ki zaman arasından tam 43-44 yıl geçti. Kapının yerinden, divanın, elektrik düğmesinin vs. yerine kadar her şey ama her şeyi daha dün gibi hatırlıyorum..  
Hayatım değişmiş meğer bu gün. O güne kadar soyadım K.... iken, şimdi B.......... olmuş. O güne kadar annem, babam bildiğim insanlar; asıl bu gün olmuş annem ve babam..O güne kadar kimi zaman zaruretten (kaybolmayayım yada kendisine destek için) tutulan elim; bu gün nasırlı, kırışık, sert ama sıcacık bir ana avucunun ortasında..

Evimize varıp alt kattaki odaya attığımızda kendimizi, baya bi yorulmuş olduğumuzu hatırlıyorum. Babalarım sohbet ederken, annelerim mutfağa geçip yemek hazırladılar. Galiba öğlen ile ikindi arası bir saat olmuştu. Yemek faslı bitince Kamil babam:

*Dayı, ben bi Basmane'ye gidiverip geleyim. Çuvalları Fevzi Bey amcanın dükkanına bıraktık. Mahkemeye gücünle (zor) yetiştik. Peynir, yağ, yoğurt bozulmasın.

Konuşma hemen dikkatimi çekti, çünkü Basmane ismini daha öncede duymuştum. Pek çok kereler hemde. Peki ilk ne zaman duymuştum?. Yoksa okumayı sökünce bir yerden kendi mi okumuştum?. Amann neyse..

Naim babam:

*Birlikte gidelim. Hem Fevzi beyi görmüş olurum, hemde birlikte taşıyalım getirdiklerinizi ağırdır şimdi.

Babamlar kalktı gitti. O gün daha sonra nasıl geçti, babamlar gelene kadar ne yaptık pek hatırlamıyorum. Bu arada Fevzi bey amcadan bahsedebilirim ama.

Fevzi bey amca, karısı Fikriye hanım,  isimlerini bile hatırlamadığım oğlu ve kızı ile bize oldukça yakın olan, alt mahallede oturuyorlardı.


Fevzi beylerin evi civarı. Göztepe'ye taşınmadan önce..
Zaman zaman akşam yemeklerinde bile görüştüğümüz bu aile; babalarımın hemşerisi imiş (Aynı ilin, değişik ilçe veya köylerinden olana hemşe(h)ri deniyormuş. Bunu da öğrenmiş oldum babama sormuştum). Acılı Arabaşı Çorbası, Üzümlü Pirinç Pilavı, Salçalı Köfte. Fikriye hanım teyzenin çok güzel yaptığını bildiğim, unutamadığım lezzetler olarak kaldı hafızamda..

Fevzi bey amcanın oğlu biraz hayırsız, söz dinlemez, okulu terk etmiş, babasının korkusu ile onun yanında çalışan ama fırsat bulduğu tüm zamanlarda kaytaran, işi savsaklayan, kız arkadaşları ile dolaşan bir gençti. Kızı ise ortaokula gidiyordu ve bir yandan annesi tarafından hamarat bir ev kızı olarak yetiştirilmekteydi.


Caminin önünde sola dönen o iki otobüsün orada uzun bir taş duvar var Basmane Garının cadde üzerine bakan duvarı. Aşağıdaki fotoğraf gar içinden o taş duvarın şimdilerdeki halini gösteriyor.
Bu duvar cadde boyunca ilk büyük kavşağa kadar sürüyor, duvar dibinde onlarca dükkan bulunuyordu benim çocukluğumda. Bakkallar, erkek berberleri, oyuncakcılar en çok da saatçiler. Çeşit çeşit saatler. Guguklular, sadece sallamalı saatler, yarı modern duvar saatleri ve onlarca çeşit kol saatleri..
          

Saatçiydi Fevzi bey amca. Basmane duvarında küçük bir dükkan. Saatlerini rahat rahat teşhir edebileceği büyüklükte, küçük bir dükkan..

Fevzi bey amca; tabi anlatanların yalancısıyım derler ya! işte ondan; bana annemden, ablamdan, onların sözünden, aklından çıkmayan komşularından da önce kazık atan ilk insan.. İlerde yeri geldiğinde anlatmak üzere tipini de tarif edeyim babalarımı karşılamak üzere kapının önüne gideyim: 
Bu kadar çok benziyordu Öztürk Serengil'e

Ve hamarat, bilmiş karısı, bundan daha fazla benzeyemezdi yaşayan birine. Aynı topuz, suratında aynı bu ifade, dudaklarında aynı ruj taaa o zamanlar bile..

Babamlar geldi..Elleri kolları dolu. Triporter ile geldiler. Bilirsiniz, üç tekerlekli motorlu yük taşıma aracı. Her şeyleri eve taşıdık. Bayağı da yorulduk. 

Akşam yemeğini, daha sonra ne kadar oturduğumuzu hatırlamıyorum. Hatırladığım, yeni annemle babama üst kattaki balkonlu oturma odamıza çıkıp yer yatağı kurduk. 

Babam, babamın gözüne, annem annemin ağzından çıkacak sözüne pür dikkat durumda!!

Babacığım her zamanki sakin ve sevecenliği ile:

*Sizin yanınızda yatsın bu gece çocuk. Gelin özlemiştir senelerdir..

Annem biraz gergin;

*Siz üstünüzü çıkarana kadar çişini yaptırıp salarım yanınıza diyor.

Annemle aşağı indik. Mutfak kapısından içeri girer girmez tuvalete soktu beni ve kapıyı kapattı. 

Eyvahh eyvah!..

Bir şeye mi kızacak. Genelde mutfak kapısının arkası benim sopa yeme mekanımdır da. Kapı kapatılır, sopa çıkarılır. Ama tüm bunlar gündüz olurdu. Gece dövmezdi annem beni. Babam varken, çok kızarsa bana usulca kolumu cimciriverir. Ama dövmez. Şimdi ne oldu ki?. Altıma da işemedim..

Tuvaletten çıktığımda annem tembih ediyor:

*Sakın yatağa işeyip başıma iş çıkarma. O yatağa muşamba sermedik. Sakın annene babana bişey söyleme, beni dövüyorlar, bana kötü davranıyorlar falan dersen ben sana yapacağımı bilirim onlar gidince.

*İşemem anne, hiç bir şey demem anne..

Yukarıya çıktım. Kendi yatağımdan pazen pijamalarımı aldım giydim. Yeni annemle babamın yattığı odaya gittim. İkisinin arasına yattım.

Bir elimi babama, bir elimi anneme uzattım. 

Daha önce babamın yanına yatmıştım, şimdi ise yeni annemle ve yeni babamla beraber yatıyorum. Bu ne kadar güzelmiş.

Sıcacıktı.

Çok değişikti anne baba arasında yatmak.

Sıcacık değil, sımsıcacıktı onların arasında yatmak...

Yumuşacıktı, kupkuruydu yatak.

Babam biraz mis gibi kokuyordu, birazda ter.

Annem; 

Toprak gibi kokuyordu, 
Un gibi kokuyordu, 
Süt gibi kokuyordu,
Yoğurt gibi kokuyordu, 
Koyun gibi kokuyordu, 
İs gibi kokuyordu, 
Yaprak gibi kokuyordu, 
Meyve gibi kokuyordu, 
Gevrek gibi kokuyordu,
.........
Sabun gibi kokuyordu,
Mis gibi kokuyordu,

Anne gibi kokuyordu.
Annemmmmmm gibi kokuyordu..




Kuzulu koyun gibi, süt gibi, anam gibi...

Un gibi kokuyon anam, ekmek gibi, niğmet gibi..







   


Ülkü İlkokulu.. -45

Burada iki ayrı sınıf var. Sınıflardan birinin öğretmeni nedense fotoda yok. Açık renk takımlı Cahide Öğretmenim. Beyaz saçlı hanım Okul Müdür(esi)ü .
Sizce hangisi benim?..
Biraz güzel, biraz çirkin, biraz zeki, biraz aptal, biraz yalnız, biraz umutsuz, biraz mahsun...Her şeyden biraz, sevgiden çok isteyen.
İlk İlkokul fotoğrafım ve ben çok güzel çıkmışım. Hangisi benim?.


Geçen yıl gelmiştim bu okula. Şimdi hatırladım işte. Kayıt yapmadan almış beni Müdür bey. Hani demiş, uyum sağlarsa yaparız bir şeyler, yok olmazsa yaşı tutmuyor zaten, alır götürürsünüz.

Uyum sağlayamamışım!. 

Yaşı  küçük ama okuyup yazıyor bu çocuk. Biz diğerlerine çizgi öğretirken sıkılıyor, sağındaki solundaki çocukların yapamadıklarını alıp yapıyor demiş öğretmen. Tabi bu durumda kaydımı yapmadılar.

İşte şimdi birinci sınıftayım. Ben Sakarya İlkokuluna gitmek istiyordum, Ülkü İlkokuluna yazdırdılar maalesef. Sakarya İlk okulu, 1.Beyler sokağına giderken, benim en sevdiğim yere yani 'Konak Çocuk Kütüphanesi'ne bitişik. Okuldan çıkınca ne güzel kütüphanenin bahçesini seyrederdim. Kim bilir içeri bile girerdim belki.. Olmadı.

Cahide öğretmenin sınıfına düştüm. Güler yüzlü, annem kadar olmasa da diğer öğretmenlere göre biraz yaşlı.. Daha genç öğretmenler var mıydı, yada daha güzeller..Evet ama hayır yoktu. Benim öğretmenim en birinciydi. Başımı okşuyordu. Sesi yumuşacıktı. Bal gibiydi yani. 

Bal öğretmenim benim..

Sıra olmayı öğrendik..Daha doğrusu nerede sıraya gireceğimizi. Nasıl hiza olacağımızı. Bayrak çeken çocukların kaçıncı sınıftan olduğunu, İstiklal Marşımızın ve Andımızın ne zaman okunacağını.

Anlatılanları dikkatle dinledim. Bütün çocuklar kıpırdaştılar. Kimi salya sümük anne babasına sarılıp ağlaştı. Kimi uzun süre ayakta dikilmekten sıkıldı, kimi konuşulanlardan bir şey anlamadı. Ben her denileni yazdım kafama. Burası çok güzel. Okula gitmek çok güzel. Herkesin anlatılanları unutması çok güzel, benim hatırlıyor olmam çok güzel..

Güzel olmayan şeyler de var benim açımdan. Mesela ismim. Kimse anlamıyor. Niye Zeynep değil adım. Ve yahut Elif, Meltem, İnci, Gönül, Derya. Ya da Tülay mesela. Mesela, mesela Filiz bari olsa. Ama değil işte..

Mesela boyum. Diğer çocuklara göre uzun gibi.  Bence değil ama, öğretmene göre uzun. O yüzden arka sıralardan birine oturttu beni.. Orta sıralarda bari olsaydım. Sınıfın hakimi çocuklar hep önde. Arka sıralarda yaramaz erkek çocukları var. Bir de sınıf tekrarlayanlar.

Mesela daha ilk günlerden fark ettim ki tahtayı net göremiyorum. Gözlerimi kısmam, boynumu biraz sola eğerek sağ gözüm ile  tahtaya bakmam, yine de göremez isem ikide bir kalkıp orta sıraların yanından görmeye çalışmam gerekiyor.

Bu durumda, diğer çocuklar o kalkıyor bizde kalkarız deyip ikide bir yerlerinden kalkıyor. Ve sınıfta bir kaos, kargaşa, düzensizlik hüküm sürüyor..

Kaynak kim?. Ben..
Benim maalesef..

Güzel, güler yüzlü, güzel sesli öğretmenim ikaz ediyor beni, sürekli..

*Otur yerine çocuğum!!.






Çizgiler bitti. Fişler, Cin Ali'ler, toplamalar,  çıkartmalar gösteriyor öğretmenim. Yerimde oturursam iyi göremiyorum. Usulca yerimden kalkıp, tahtaya bakıp dönüyorum yerime..

*Yine mi kalktın sennn!.
Ne kadar yaramaz bir kızmışsın sen..
Arkadaşlarını kışkırtıyorsun sen..
Sen, sen, sen..



*Öğretmenim, tahtayı göremiyorum. Tahtayı göremezsem, dersimi iyi öğrenemezsem arkadaşlarım beni geçer ki..

Annemi çağırmış öğretmen. 

*Çok akıllı, çok zeki ama biraz yaramaz. Yerine oturmuyor. İkide bir sınıfın ortasına geliyor. Arkadaşlarının önünde duruyor. Diğerlerini de kışkırtmış oluyor..

Böylece yaramaz olduğum tescillendi.

*Yapmıştır demiş annem. Ben neler çekiyorum ondan..

*Yaramaz değilim. Sadece tahtayı göremiyorum. Yakınına gitmez isem tahtada ne yazıyor okuyamıyorum. Halbuki ben en çabuk okuyan, en çabuk yazan, en çabuk hesap yapan olmak istiyorum.

Halbuki ben en sevilen olmak istiyorum. Halbuki ben 'Sınıf Başkanı' olmak istiyorum. Halbuki ben tahtaya ilk yazan, seni seviyorum öğretmenim diyen olmak istiyorum.




Halbuki ben en çok beni sev istiyorum...






              




6 yorum:

Yorumlarınız beni mutlu ediyor.. Ziyaretiniz için teşekkürlerimle. Sevgilerimle..