İZ'ler.... ( 16 - 30 )



HATIRALARIN AYAK İZİ..

AKŞAM SEFALARI.. -16


Körfezin Mavi Karabataklarından..

Yan güvertede yolculuk yapmak mütiş güzeldi. Hiç yaramazlık yapmadan, hiç soru sormadan, sadece denizi seyrederek geçti yolculuğum..

Bugün denizde, mavi karabataklar çoğunluktaydı. Denize dalıyorlar, gagalarının altı balık dolu su yüzüne çıkıyorlar. Tekrar dalıyorlar, tekrar çıkıyorlar. Özgür ve mutlu. Sesleri kulaklarımda, dalgaların sesleriyle karışmış sesleri.. Mutlu mutlu dalıyorlar, mutlulukla kanat çırpıyorlar.

İskeleye yanaştık. Bizim lostromo güvertenin ortasında, elinde palamarlarla duruyor. İskeledeki görevli bağırıyor bu kez:
*aborda, aborda. (yanaş, yanaş) . At palamarları, pasarellan varmı, yanaştırayım mı?. (at halatları, iskeleye çıkmaya yarayan portatif köprün varmı?).
*var, var. Kurt boğazından geçirdim, yakala palamarı, sıkı bağla babaya.

Tahta iskeleden ilk çıkanlar genelde yan güvertedekiler. Biz terk ettik Efes'i. Vapur iskelesinden çıktığımızda leylekli binaya baktım. Işıklar yanmadığı için boş bir çerçeveden ibaretti. Ne leylek vardı ortada, nede gül.
Karşıyaka sahil yolu, iskelenin sol tarafı..


Sahil yolunda, bu kez sol tarafa doğru yürüyeceğiz.
Kırmızı ile işaretlenmiş köşe ablamların evi idi..



Hafızamda kalan kroki ile, google eart krokisi hemen hemen aynı..


Sahil yolunda karşıya geçtik. Dördüncü sokak yani 1737. sokağa döndük. Bu sokak başındaki apartmanlarda ve ilerlediğimiz sokak boyunca birçok güzel, önleri çiçeklerle bezeli binalarda, takılı kaldı gözüm. Tabii o zamanlar apartmanlar yeni yeni yaygınlaşmaya başladığından ve bizim Konak'ta oturduğumuz mahallede hiç apartman olmadığından, bana ilginç geliyordu.

1737 sokaktan bir apartman. Bu apartman o zamanlarda vardı yanlış hatırlamıyorsam.


Sokak boyu sohbet, muhabbet yürürken, çiçek kokuları terlememize, yorulmamıza fırsat tanımadan bizi cezb ediyor, sarıp sarmalıyordu. Henüz öğlen sıcağı çökmemiş, akşam sefaları renklerini gizlememişdi.


Apartmanların arasında bir kaç konak dikkat çekiyor. Çok güzel, sessiz, mağrur.
Yaşlı, zarif bir beyefendi eşiyle bahçede sabah kahvesini içiyor.

Bu köşk o köşk değil, ama bu köşkde Karşıyaka'da. Hemde Ata'mızın annesinin son günlerini geçirdiği Karşıyaka Uşşakizade köşkü bu.



Bu köşk de, o sabah kahvesinin içildiği köşk değil, hatta bu İzmir'de bile değil. Ama işte böyle güzel bir köşkdü önünden geçtiğimiz. Bahçesine, sakinliğine göz süzdüğümüz..

Biraz yorulduk mu ne?. Sokağın iki yanında okul var. Soldaki İlkokul, sağdaki Karşıyaka Kız Lisesi diye hatırlıyorum ama tam terside olabilir.

O okullardan birinin son hali..


1731 sokak kesti önümüzü. Az sonra varacağız. Köşede; bir tane iki katlı, yanında daha küçük tek katlı sonra diğer köşesinde uzun tek katlı bir binası olan, önü beton, bir yada iki ağacın bulunduğu büyük bir avlu kapısı vardı. Orasıymış. 1737 sokağın bittiği köşe başı.
Gri demirli bahçe kapısından geçtik. Bahçe kapısının karşısındaki tek katlı bina ablamın evi. Evinin kapısı açık, büyük görümcesi, küçük görümcesi ve kendi kapının önünde misafirleri karşıladılar. Gelenleri içeri buyur ettiler. Büyüklerin ellerinden öpüldü. Küçüklerin yanaklarından. Herkes, herkesi öptü; öpülmeyen bir ben.

Pardon, pardon bende öpüldüm, Müzeyyen hanım teyzem öptü beni. Sevgi abla başımı okşadı. Bence ablam öpseydi, başımı okşasaydı daha iyiydi. Ama çok işi var, çok da misafiri.

Ablamın büyük görümcesi Sevgi abla. (Sevgi teyze demek daha uygun gibi ama ben abla diyorum.)

Bu arada pardon demeyi yeni öğrendim. Birçok kibar kişi; bonjur diyor, pardon diyor, birde bişey daha diyorlar ama ben şimdi neydi hatırlamıyorum.

Ablamın evine girdik, ortasında buzlu camlı bir kapı bulunan uzun bir oda. Camlı kapıyı kapatınca iki oda gibi olan uzun oda. Bir yarısına misafir odası, bir yarısına oturma odası deniyormuş.

Ablamın hafızamdaki evi..

Ablamın evi bizimki gibi iki katlı değil ama yeni. Yerler çok güzel şaplı mozaik. Tuvaleti harika, deliği küçük ve çok aydınlık. Aslında ev epey aydınlık. Çok büyük değil lakin kullanışlıymış. Büyükler öyle diyor.

Annemin ayaklarının dibinde oturuyorum. Çok konuşmuyorum, konuşulanları dinliyorum. Müzeyen hanım teyze en baş köşede oturuyor. 
Müzeyyen hanım teyze.

Ablam, küçük görümcesi, birkaç genç hanım daha, misafirlere hizmet ediyorlar. Bizimle birlikte giden veya direk oraya gelen konuklarda sohbet ediyorlar. Kimisinin ellerinde ikram tabakları var. Ben bir ablamı birde Müzeyyen teyze ve kızlarını izliyorum. Hepsi çok güzel ve süslü kadınlar. Ablamda dudaklarını pembeye boyamış. Üstünde çok küçücük kolları olan beyaz üzerine çiçekli, güzel bir elbise var. Peri kızı gibi.

Ablam gerçekten çok güzel. Annem onu benden fazla sevmekde haklı. O güzel ve uzun boylu. Ben çok küçüğüm ve çirkinim.

Çocuklar avluda istop oynamaya çıktılar. Çoğu eline aldı bir parça börek doğru dışarıya. Ben çıkmadım. İlk defa geliyorum ablamın evine. Ne işim var dışarda. Zaten küçüğüm diye oynatmıyorlar, sadece kaçan toplarını almaya gönderiyorlar, o zaman niye çıkacağım ki.

Çok usluyum. Annemin dibinden kalkmıyorum. Konuşmuyorum, sadece dinliyorum. Müzeyyen teyze çok tatlı. Kırmızı dudakları ile öpücük gönderiyor bana, bazende göz kırpıyor, gülümsüyor. Çok seviyorum onu. Çocuklar böreklerini alıp çıktılar ya avluya, banada verirler herhalde. Bekliyorum, istemiyorum, çok da usluyum.

Çoğu tabaklarını yedi bitirdi, kimisi kibarlık olsun diye bir iki çeşit kurabiyesini tabağında bırakıverdi.. Kimini Sevgi abla yapmış ikramlıkların, kimini başka ablalar ve ablam. Bekliyorum, istemiyorum, hala çok usluyum. Sonunda Müzeyyen hanım teyzem:

*çitlenbik, git mutfaktan bir tabak kurabiye de sen al.. dedi.
Anneme baktım. Gidebilirmişim. İşaret etti. Kalktım mutfağa gittim, ordakilerden birine:

*banada kurabiye verirmisin dedim. Herkes meşgul, tabakları toplamakla, bulaşık yıkamakla, çay doldurmakla. Ablam bir bana baktı, birde içerden gelen tabaklara.
*al.. dedi. Al bunları dökmeden ye.

Başkasından kalmış iki tuzlu kurabiye, birde yarısı kopmuş zülbiye...





HATIRALARIN AYAK İZİ..

KÜTÜPHANE.. -17




Körfez de gün akşam oldu.
Güneş batıyor, kızıl bir grup gökyüzünü sarıp sarmaladı.
Martılar, mavi karabataklar ve pelikanlar akşam gıdalarını topluyorlar sakin sulardan.


Başkasından kalmış iki tuzlu kurabiye, birde ucu kopmuş zülbiye.
Evimize dönüyoruz. Çok uslu durdum. Hiç yaramazlık yapmadım. 1737 sokaktan hızlı hızlı yürüdük iskeleye doğru. Bundan sonra pek çok kez gidip geleceğimiz bu sokak çok güzel. Bana göre körfeze çıkan her sokak güzel. İster Karşıyaka'da olsun, ister Konak'da.

Doğrusunu söylemek gerekirse en çok kendi mahallemizi seviyorum.
Arap Fırını Caddesinden geçmeyi, 1.Beyler sokağından 2.Beyler sokağı yönüne yürümeyi bazende başka sokak çıkışlarından Kemeraltı'nın kalabalığına akmayı, Konak Meydanına, Saat Kulesinin önüne, İzmir'in tam göbeğinde olmayı çok seviyorum.
En çok 1.Beyler sokağından hoşlanıyorum. O sokakda, Kemeraltı yönünden kendi mahallemize doğru yürürken, sağ tarafımda kalan yüksek duvarların arkasını merak ediyorum.

Kemeraltı'ndan girip 2.Beyler sokağından 1.Beyler'e geçmeden karşıdaki şu siyah yerdeki kapıyı daha önce farketmemişim. Bu kapının üstünde + işareti gibi bir işaret var. Rum Kilisesi ve kilisenin mezarlığı imiş orası. O yüzden 1.Beyler sokağı boyunca sağdaki taş duvar çok yüksek ve o tarafta hiç bina yok. Sokağı ve sokakları doğru hatırladığıma eminim bir tek yüksek duvarlı sağ tarafta gerçekten hiç bina yokmuydu, ve orası gerçekten kilise bahçesimiydi ondan %100 emin değilim.
Bayaa bayaa hava kararmaya yüz tuttu artık. Dönüşte; giderken ki kadar kalabalık değildik diye hatırlıyorum nedense. Eve vardığımızda, alt kattaki odamızın şavkı (armut lamba veya florasan) yanıyordu bile. Babam evdeydi. Canım babam, bir tanecik babam. Eve girer girmez gezmelik elbiselerimizi çıkardık, ellerimizi yıkadık, annem akşam yemeğini hazırlarken ben babamın kucağına kurulmuştum çoktan.
Babam saçlarımı okşadı. Kara kızım dedi. Ablan özlemiş mi seni?. Konuştuk, konuştuk. Yemeğe kadar bıdır bıdır soru yağmuruna tuttum onu yine. 1.Beyler sokağındaki o iki katlı binayı sordum babama. Üstünde yazan harfleri ezberlediğimi ancak çizerek gösterebileceğimi söyledim. Babam güldü. Akıllı kızım benim dedi. Onun kalemini aldım. Küçülmüş mor bir kurşun kalem.
Birşeyler yanlış ama ne?. Düzgün de yazamadım zaten. Bir daha geçerken daha dikkatli bakacağım. Düzgün yazmama gerek kalmadı ama, babam anladı. Kütüphane orası dedi, çocuklar için masal kitapları var, okuma yazma öğrenince gidersin sende.

Hemen okuma yazma öğreneceğim. Okul çocukları ile birlikte bende oraya gideceğim. Yatma vakti geldiğinde; o günü, kurabiyeleri, zülbiyeyi, ablamın evini, 1737 sokağı, martıları, dalgaları herşeyi herşeyi unuttum. Uykuya dalarken aklımdaki tek şey, masal kitapları ile dolu o yer. Biliyorsunuz ben sadece bir masal biliyorum: Hain kurt ile kuzuların masalını:

Tarana tarana lilin gufayi, evimize, köyümüze, cici cici ya na tafya, ya na tafya.

Nermin'ler gelse, Nesrin gelse biz hep birlikte otursak, annem yine bize masal anlatsa. Anlatmazsa; neydi oranın adı, oraya gideceğim kendim okuyaaaa.

Derin, güzel, masal gibi bir uykuya daldım. İşte çok küçük olup da unutamadığım bir gün daha geçti gitti, uykunun kollarına, masalların eşsiz diyarına.. Yıllarca da kaldı hafızamda.



Günler geçiyor, ben biraz daha büyüyorum. Çat pat okumaya başladım. Her gün ikindiye yakın babam eve gelince onun yanına oturuyorum. Pulları ayırmasını, sesli olarak rakam ve isimleri yazmasını izliyorum. Ağzından çıkan seslerle yazdığı şeyleri eşleştirerek, harfleri öğrendim. Harfleri birbirine çatmayı da öğrendim. Çoğu akşam Hamdi bey amcalara oturmaya gittiğimizde Nermin'e de soruyorum harfleri. Benim okula gitmeme daha 2-3 sene varmış. Ama ben şimdiden öğreniyorum ki, masal kitapları ile dolu kütüphaneye gidebileyim.

Okumaya merak sardığımdan beri hayat daha güzel. Kolay öğreniyorum. Radyo dinliyorum, duyduğum kelimelerin hangi harf ile başladığını gözlerimi kapayıp canlandırıyorum. 

Çocuk oyunlarının bir çoğunu da öğrenmeye başladım. Artık yavaş yavaş mahalledeki çocuklarla oynayabiliyorum.

Annemin ve babamın çok akrabası ve ahbabı var. Annem çok seviyor gezmeyi. Komşularla arası iyi. Ablamı özlüyor ama, banada çok kötü davranmıyor bu aralar. Aslında insanlar benim başımı okşayıp:
*afferin çitlenbik, ne kadar akıllısın sen böyle diyorlar ya, annemde hemen:
*evet diyor, okumayı söktü nerdeyse, okula giden çocuklardan daha düzgün çizebiliyor harfleri.

Annemden bunları duymak çok mutlu ediyor beni. Onun gözüne girmek, babam kadar sevmesini sağlamak yada ablamı sevdiği kadar benide sevdiğini hissetmek, büyük önem taşıyor. Daha küçüğüm, anne kokusuna, anne şevkatine ihtiyacım var. En az babamın sevdiği kadar sevmesine.

Arap Fırını Caddesi 842 sokak. Mekke Yokuşu Merdivenlerinin yukarıdan aşağıya görünüşü.
Mekke Yokuşu Merdivenlerinin aşağıdan yukarıya görünüşü bu kezde. Aşağıdan yukarıya ilk basamağın sol tarafındaki 842 çıkmaz sokakdaki birkaç evden biride bizimki hatırlayacağınız gibi.
Unutamadığım gibi..
Nasıl unuturum ben bu sokağı. Bu sokak unutulurmu?. Birbirine çok yaklaşmış, herkesin herkesle kaynaşmış, içli dışlı olduğu yaşamlar, yaşananlar.

Okumayı öğreneceğim, 1.Beyler'e gideceğim. Kendime masallardan harika bir dünya çizeceğim.. Asla bu sokağı unutmadan.

Evet burayı hiç unutmayacağım. Harika dünyamda, harika ailemle, harika günler yaşayacağım..








HATIRALARIN AYAK İZİ..

KAPI ÖNÜ SOHBETLERİ.. -18


Burada 5 yaşındayım. Şimdi hala dört yaşımı anlatıyor olabilirim; ama ne yapayım zaten topu topu 2 tane tek başıma çekilmiş fotoğrafım var.


Yaz sıcakları bastırdı iyice. Gündüzler hiç çekilmiyor. Akşamlar daha güzel, daha az sıcak, daha mutlu.

Akşamlar da babam var, radyo var. Konu komşu gezmeleri var. Kah biz gidiyoruz, kah komşular geliyor, bazende çocuklar sokakda oynarken hanımlar, sokak şavkının aydınlattığı kapı önlerinde oturup sohbet ediyorlar.


Bu kapı önü sohbetleri çok güzel. Herkes herkese bişeyler anlatıyor. Bazen çocuklarını ve onların becerilerini, bazen de çekilmez hayatlarını yada özlemini çektikleri yaşamları.

Tabak tabak bardacıklar, erikler, yenidünyalar, vişneler, birazda kiraz yada kelle çiğdemler. Mevsimde ne varsa, küçücük bahçelerinde ne olmuşsa. Herkes herkese ikramda bulunuyor, yazın dayanılmaz sıcağı sohbetle unutuluyor..

Gülseren ablalar taşındığından beri onların evde kim oturuyor, tamamen boşalttılarmı yoksa daha eşyaları varda, ev sadece kullanılmıyormu şimdi düşünüyorum, düşünüyorum lakin bir türlü hatırlamıyorum. Akşamları Mekke merdivenleri üzerindeki evlerde oturanlar bile, bizim çıkmaz sokak daha rahat diye geliyorlar. Başta Gülseren ablaların evinin merdivenleri olmak üzere her bir kapı önünde, kilimler, minderler, birbirini seven komşular ve candan sohbet sesleri; uykunun hakimiyeti başlayana kadar kendi hükümranlıklarını ilan ediyorlar.

Havanım teyze, daha önce de bahsettiğim gibi, Hamdi bey amcadan çok dertli. Kıskanç, huysuz, titiz, sinirli bir adam deyip duruyor anneme. Bence değil. Diğer komşular varken hiç o konulara girmiyor hep Nerminden, oğlu Sedat veya Saadettin'den bahsediyor. Büyük oğlu Sedat'ın karısı, kalmaya gelecekmiş birkaç gün sonra:
*gelin yüklü, Sedat'ım bulaşık tozlarını götürecek Denizli'ye. Yanlız kalmasın dedi Hamdi bey. Ne olur ne olmaz. Vakit yakın. Erken gelirse torun yanımızda olsun dedik. Şu lizözü bitirsem de hayırlısıyla, bezlerini dikeceğim, battaniyesinin kenarlarını geçeceğim. Sen bebenin karyola takımını bitirdin mi hanım abla?.

Kimi hanım abla diyor anneme, kimi cicianne. Yenge diyen de var, teyze diyen de. Çok nadir insan F...... hanım der. Havanım teyze sordu, annem dinledi ve dedi ki:
*bitirdim bitirdim. Yardım edilecek başka şey varsa ver yapayım.
Başka çocukların bilmediği şeylerin neler olduğunu öğrenebilirsem, hepsinden daha fazla şey bilirsem, herkes beni daha çok sever. Herkes ve annem. Böyle bir mantık geliştirmiş olmalıyım ki büyüklerin konuşmalarını dinleyip duruyorum.

Yine yeni kelimeler duydum. Yüklü, Lizöz. Unutmadan öğrensem ne olduklarını.

Bu annemin aşağı yukarı 1970 yılında yaptığı kesme işi bir örtü. Ve hala bende...

Annem, dikiş makinasında çok güzel nakışlar yapar. Kesme işinden, sarma işinden; karyola takımları, mutfak takımları, seccadeler, çeşit çeşit örtüler.

Sarma işi ve annem yapmıştı..

Gençliklerinde babam işsiz kaldığında; evin geçimine destek için, annem bu tip el işlerini yapmayı öğrenmiş. Önceleri komşuların el makinasında, örtülerin yan dikişlerini yaparak başlamış işe, sonra taksitle kendi makinalarını almış.
Dikiş için el makinasını, nakış için ayaklı sandıklı nakış makinasını..
El makinasında kasnakla nakış yapmak mümkün olmamış. Paranın, dikişten çok çeyizlik işlerde olduğunu anlayınca da nakışta ustalaşmış..
Önce böyle bir el makinası. Dikiş için.

Sandığın içinden çıkıverdi ayaklı nakış makinası..
Annem, makinalarının başında saatlerini geçirirdi. İşler, işler, işlerdi karanfilleri, gülleri. Bazen muhabbet kuşlarını, bazende melek gibi çocuk figürlerini. Kenarlarda ajurlar, daha üstte asma yaprağı ve üzümler..

Tıkıdık tıkıdık tıkıdık. Hızlı hızlı bastıkça ayaklığa ayaklarını, oynattıkça kasnağını bir ileri birde geri, güllerde muhteşem olurdu, salkım salkım üzümlerde..

Tıkıdık, tıkıdık, tıkıdık. Yine benim uykum geldi. Gece oldu, uykunun hükümranlığı komşuluğu yendi.

Tıkıdık, tıkıdık, tıkıdık. Yeni iki kelime, ben böyle bir sesi daha önce duydum mu ne?..

Bir yerde uyumak üzereyim. Bu sesi duyuyorum, yada bu sese benzeyen bir sesi. Bir kadın ağlıyor, ben ağlıyorum, uykum gelince hep bu anı görüyorum.

Tıkıdık, tıkıdık, tıkıdıkk.......







HATIRALARIN AYAK İZİ..

ATIM ÇİTME ATTI.. -19





Karyola takımları, lizözler bitti. Bu arada ben hala yüklü ne demek, lizöz ne demek öğrenemedim. Babama sordum, bilmiyorum dedi, birazda güldü. Anneme sordum, çok kızdı. Bende bu konuyu unuttum gitti.

Havanım teyzenin gelini geldi. Ne şişman kadın o öyle!. Çok genç ama çok şişman. Karnı ve yanakları şişman, kolları ve bacakları çöp gibi.


İsmini hatırlamıyorum da çok güzel bir kadın olduğunu hatırlıyorum. Kaç gün kaldı, aradaki günlerde neler yaşandı, bunlarıda hatırlamıyorum. Gelin hanım ile ilgili hatırladığım diğer şey ise; su yeşili şifon bir gecelik ve sabahlık, başında kırmızı bir kurdeladan saç bandı, beyaz delikli incecik, hırkamsı bir giysi (lizözmüş) üzerinde 3-5 tane mavi kurdelaya bağlanmış altınlar.



Birde yattığı oda. O çok sevdiğim evin, bana küçük bir saraymış hissi veren evin, üst katında, arka bahçeye bakan o oda. Pencerelerine, dev manolyanın yaprakları nedeni ile, gölgeler vurmuştu ve ben üst kata ilk defa çıkıyordum. Evet, evet burası kesin bir saray. Hatta burda yaşayan çocuk Nermin değil, benim, ben.



Manolyalar, akşam safaları, fuller, güller. Bu camdan hayat kokuyor, bir candan hayat çıkıyor, hatıralar ayak izlerini derinleştiriyor da derinleştiriyor..

Sabahları hep kapının önünde oturuyorum yada çıkmaz sokağın başındaki merdivenlerde. Kucağımda plastik bebeğim, gelene geçene bakıyorum.
Yaz geçti geçiyor. Babamı çok seviyorum, birde bebeğimi. Sokaklarımızı, hayatımın bir kısmını.

Mahallede çocuklar sopadan atlarına biniyorlar. Sadece bir çocuğun üstüne binilen tahta atı var. Diğerlerinin tahta atı: bir sopa, kafası da çoraptan dolma..


Çocukluğumuzun sopadan yapılmış tahta atı. Tekerlekleri, tutma sopası, yeleli kafası.

Anneleri kullanılmayan bir çorabın içini, eski iplerle, çaput(eskimiş bez) parçaları ile dolduruyor. Başka renk bir kumaştan, minicik ağız ve kulak dikiyor bu doldurulmuş çorabın üstüne. Bir çift düğmede oldumu sana gözleri, yeleleri de birkaç sap yünden iliştirmeli.
Hepsini sopaya sarmalı, böylece güzel bir at yapmalı..

Bu modern zamanların çoraptan, sopadan atı. Bizimkiler bu kadar renkli ve teferruatlı olmasa bile, buna çok benzerdi ve çocukluğumuzun en güzel oyuncaklarından biriydi..

Bende istiyorum. Benimde sopadan atım olsa. Kırmızı bir çoraptan kafası, sarı iplerden saçları. Bende istiyorum annemden. Banada dik, banada dik, banada dik anne.

Annem çok kızıyor bana:
*git başımdan senle uğraşamam. Nakışlarım duruyor, Hatim yetişmedi, sanamı bakacağım, paramı kazanacağım. Git başımdan...

Hergün ağlıyorum, tahta at isterim diye. ben ağladıkça annem kızıyor. Ya yanağıma tokat, ya koluma bir cimcik.

Bende at istiiiiiiyorum.
Aklıma bir fikir geldi. Babamın yanında istersem, annem banada at kafası diker. Akşam üzeri oldu, babam herzaman ki vaktinde eve geldi. Hesabını yaptı, pullarını saydı. Ben gidip gelip anneme at istiyorum dedim yine. Annem sus dedi, babam ne istiyorsun?. Ağlamaya başladım, tahta at istiyorum diye zırladım. Babam başımı okşadı:
*ağlama güzelce söyle annen diker elbette. Annem kızgın kızgın baktı, yarın olsun hele dedi.

Ertesi sabah heycanla uyandım. Doğruca anneme koştum. Anne, anne bugün tahta at yapacağız demiii!.

Annem sokak kapısını kapattı. Pencereleri de..
Gel mutfağa dedi, gittim. Mutfak kapısını da kapattı. Çamaşır sopasını aldı eline;
*bak bu senin atın olacak, kıçına da çitme atacak.


Eskiden çamışır sopaları veya tokaçları olurdu evlerde. Kaynayan beyaz çamaşırları kazana bastırmak yada kalın çamaşır veya yaygıları vura vura yıkamakda kullanılan..Bazende yaramaz çocukları akıllandıran.

Çitme yermisin, yemezmisin. At istermisin, istemezmisin.
İstemem annne, istemem. Bir daha at mat istemem.

İstermisin-istemem, babana dermisin-demem.

Ben artık at mat istemem. Babama da vazgeçtim, istemiyorum artık derim..

Benim atım: Ne böyleydi,



Nede böyle,


Benim atım, atlarım;




işte böyleydi böyle...


Sokaklarda tahta atlar kişniyor, benim tahta atım baldırlarıma, bacaklarıma çitmeler atıyor, hatıraların ayak izleri de böylece derinleşiyor, derinleşiyor, derinleşiyor...









HATIRALARIN AYAK İZİ..

HER ŞEYİ ANLADI.. -20



Attan düştüm annem, sıkı sıkı sarıl bana.
Canım yanıyor annem, bu at çok fena..


At istiyormuyum?, hayır..
Ben ata binmek istemiyorum. At çitme atıyor, üstünden düşürüyor.
Baldırlarım, bacaklarım çok acıyor. Babam gelene kadar geçse bari. Çünkü atın bana çitme attığını söylersem babama, annemde kızacakmış çok fena..
Biliyorsunuz sabah saatleri, at üstünden attı beni.
Her zamanki gibi öğleden sonra, babam eve geldiğinde kapıda karşıladım onu. Hiç demedim at beni dövdü diye. Hiç belli etmedim. Ben merdivenlerde oturmaya gidiyorum dedim.


Merdivenlere oturdum!!, kendimce mutlu mesut hayaller kurdum. Ben ne güzel bir çocuktum.


BÖYLEYİM, ÇOK GÜZELİM


veya böyle,


böyle,


Belkide böyle. Onlarca güzel kız çocuğu hayal ettim, ben böyleyim diye..


Hiç güzel değilim..

Şimdi canım yanıyor ya böyleyim böyle..

Ben güzel falan değilim, çirkin bir prensesim.


Daha fazla oturamayacağım. Hatırlayamayacağım, anlatamayacağım.
Ağlayacağım!!!.


Ağlaya ağlaya eve gittim. Keşke erken kalkmasaydım bu sabah. Keşke at istiyorum diye tutturmasaydım.

*ne oldu niye ağlıyorsun? dedi babam.

Attan düşmedim, merdivenden düştüm. Tahtadan at, sopadan at dövmedi beni, çitme de atmadı, ben kendim düştüm. Merdivenlerden düştüm.
Ellerim acımıyor, sadece bacaklarım, baldırlarım. Vaz geçtim, at mat istemiyorummm.

Babam bir anneme baktı, birde bana. Fazla anlam veremedi böyle içli içli ağlamama. Elimi yüzümü yıkadı, kocaman kollarını bana doladı, başımı okşadı.

Sıkı sıkı sarıldı, kimbilir belki herşeyi anladı, belkide hiç bir şey anlamadı?..

Bugün daha fazla hatırlayamayacağım, bugün sadece için için ağlayacağım..








HATIRALARIN AYAK İZİ..

FUAR AÇILIYOR.. -21


Siz hiç ağlarken; gülermiş gibi görünmeyi bilirmisiniz?.
Ağlarken gülermiş gibi görünmeyi bir ben bilirim, birde yukarıdaki şu çocuk..

Kan damlasa da göz pınarlarından, güldürmek ve güler görünmektir aslolan.

Yanlız kalınca ağlıyorum, ayak sesi duyunca da gülüveriyor..

Sıcaklardan sokaklar boşalıyor, benim yanlızlığım da git gide artıyor. İnsanların çoğu yazlığına, köyüne, kasabasına kaçıyorlar. Biz ve birkaç komşumuz evlerimizdeyiz, mahallemizdeyiz.

Öğleden sonraları, babamla pulları birlikte sayar olduk. Kucağına oturtuyor beni, başlıyoruz saymaya, 1-2-3,....,8 tabaka. Her tabakada 25 pul var. Ona göre topla, çıkar. Babam rakamları tek tek söylerse yazabiliyorum. Ben rakamları yazarken de babam, sırtıma bakıyor böcek kaçmışmı diye, kollarımı, bacaklarımı inceliyor bilmemki niye?..

*dışarı çıktınmı bugün, merdivenden düşmedin demi. Bir yerin acıyormu?.
*dışarda oynadım ama, merdivenlerden düşmedim baba. Hiç bir yerim acımıyor. Hadi söyle başka hangi rakamı yazacağım...

Babam uzun bir süre gözledi beni. Şimdi düşününce anlıyorum ki; atın çitmelediği ilk gün anlamıştı her şeyi.

Yazın ortalarındamıydık, sonlarında mı bilmiyorum ancak günler artık çok güzel ve çok hareketli geçmeye başlamıştı, bunu hatırlıyabiliyorum..
Seyyar satıcılar arabalarını, tezgahlarını boyadı, tamir etti, yeniledi.




*gel küçük sende gel, son macunlar bunlar, macuna gel macunaaa. Renkli menkli macuna gel.
Macuncu bir süre bizim sokaklara gelmeyecekmiş. Fuar'a çalışmaya gidecekmiş.

Sıcaktan kaçanlar ya geri döndü, yada dönmek için acele etmekteler..Macuncu giderken onlar gelecekler!.
*kızz duydunmu Behiye Aksoy, Manolya'da çıkacakmış.
*hadi ordan Manolya Zeki'den başkasını çıkarmaz.
*Zeki kadın elbisesi giyecekmiş sen asıl onu duydunmu?
*aaa, aaaa tu tu tuu daha neler!!.
*......abla Çamlığa gidelim mi?, ben en çok Müzeyyen Senar'ın şarkılarına hayranım.
*bende Göksel'e baygınım.:)
*ayol o assolist bile değil.....
*olsun solist altı ya. Yakında assolist olur gör de bak..

Daha fuar açılmadan sohbetler şenlendi, evler şenlendi, İzmir şenlendi.

Herkes heyecanla bekliyor, iki-üç gün sonrası için baklavalar yazılıyor, dolmalar sarılıyor..

Sözü burda kesmeli, mutlaka hergün ENTERNASYONAL FUAR'a gitmeli. (fuar ne oluyor ki?)










HATIRALARIN AYAK İZİ..

KALBİMDE KAVAK YELLERİ ESTİ..-22


düşünceler'den...


Şimdi benim fuarı öğrenmem, onu düşünmem, onu anlatmam gerekirdi. Ama fuarı anlatmak, fuarı hatırlamak bir başka bahara kaldı. Bir başka zamanın fuar açılışına, başka zamanın hatıralarına...

Neden mi?, şimdi dinleme zamanı. Annemle babam beni konuşuyorlar gibi. Babam:
*gelin çok ağlıyormuş. Kamil; dayı hasat sonu sizi ziyarete gelelim mi diye sormuş mektubunda. Cevap yazmak gerek.
*nerden çıktı bu şimdi, ne zaman geleceklermiş?
*hemen değil 2-3 ayı bulur hasat sonu. Fuardan bir iki ay sonra yani. Köyde iş çoktur şimdi..
*ekim kasım gibi haa. Kışa kalmasınlar da. Kışın zor yatıya misafir. Söyleyecekler mi çocuğa?, yaramaz şey tam alışmışken düzen bozulacak, şımaracak.....
...konuşmalar konuşmalar.
*şımarmaz benim kızım. Hem zamanı değil daha söylemeye gerek yok, anlamaz nasılsa. Zamanı gelince ben söylerim ona. Hanım, sende çocuğun ihtiyaçları varsa gideriver, anasının gözü kalmasın ardında..
*ne diyecek geline, Kamil'e,
*ne diyeceği varmı hanım, onlara da anne der, baba der, bize de. Unutturacak değiliz ya!. Ben münasip dille konuşurum. Çok küçük o daha....
Şimdi ben tam anlamadım. Çocuk kim, benmiyim?. Babam benim kızım dedi. Öylese çocuk benim her halde. Gelin kim, Kamil kim, hasat ne, münasip ne. Kim kime anne, baba diyecek.
O çocuk kime anne, baba diyecek? anneme mi?
*desin.
Babama mı?
*demesin.
Babam benim.. Sadece benim. Benim.

babam sadece benim..


Bu konuşma net benden bahsetmiyordu ancak kalbimde birşeyler kıpırdadı.
KÖY..
Köy ne demek bilmiyorum ki. Ama kalbimde kavak yelleri esti.
Hala çok küçük olabilirim, hala bunları hatırlamaz sanılabilirim. Lakin hissediyorum. O çocuk benim.
Ve bende; çok kısa sürede öyle derin yaralar oldu ki..
Benden daha çok acı günler geçirmiş olanlar olabilir,
Benden daha mutlu yaşayanlarda olabilir.
Bendeki yaraları; bir ben bilirim, birde hafızamdaki ninni sesi, tren sesi, ağlayan bir kadınınsa silinmeyen izi...
Bu ninniyi her duyduğumda nedense o 1967 yılının loş bir anına gider gelirim. Penceremin perdesini havalandıran rüzgarla, geçmiş yıllaradır seyahatim...
(kimbilir kaç kez paylaşacağım daha)


Düşünceler'den EDA'ma paylaştığı için, Bekir Üstün'e tam hatıralarıma hitap eden resimleri çizdiği için teşekkürlerimle..









HATIRALARIN AYAK İZİ..

KARŞILAŞMA..-23





Kınalı koyun, kınalı kuzusunu ne zaman kokladı?.
Karşılaşma nasıl gerçekleşti!!. Ağustos, Eylül, Ekim ne çabuk geçti, gitti?.

Tan yeri ağarıyor. Sabah ezanları okunuyor. Uykumda kapı çalındığını duydum. Rüyamı görüyorum. Babam ve annem kalktılar, bana sen yat dediler.

Kulaklarımı kabarttım dışarıyı dinliyorum, açık sokak kapısından gecenin sessizliği doldu yatağıma. Birde seher kuşlarının şakıması, kumruların kıkırdaşması..

Kumrular cami duvarında..

Ezan okunuyor, iki adam konuşuyor. Biri babam, diğeri kim?. Annem kalkma dedi, kalkamıyorum. Dinlemezsem çok kızar sonra. İkide bir sokağa çıkıldı, eve girildi, oraya koyma buraya koy dendi. Ne oluyor ki aşağıda?.

Ezan bitti. Sessizlik ve merak denen bir duygu odanın içini sardı sarmaladı.. Sessizlik dışarıdan, merak ise benden yükseliyordu. Kim gelmişdi?.

Sokak kapısı kapandı, aşağıdaki konuşmalar fısıltıya dönüşdü. Hiç bir şey duyamıyorum. Yok ara ara birkaç kelime duyuyorum. Yüksek sesle konuşan bir kadın. Annem değil..

*çocuk uyuyor, dedi babam.
sessizlik...
fısıltı...
*uyandırsak olurmu dayı, çok öğsedim (özledim demekmiş), dedi kadın.
Kadın çok yüksek sesle konuşuyor, beni uyandıracak gibi.. Sanki bilmiyor mu ben uyuyacağım?. Annem kalkma dedi, kalkamam ki.
fısıltılar, fısıltılar..
Uyumuşum:( uyuya kalmışım herhalde.

Babam yatağımın baş ucunda;
*hadi kalk kızım diyor bana. Kalk kahvaltı yapacağız. Misafirlerimiz var.

Ne zaman tekrar uyumuşum, neden uyandırıldım erkenden, gelenler kim, ne giydim, aşağıya nasıl indim, misafirlerle nasıl karşılaştım, ne hissettim... bilmiyorum, hatırlamıyorum. Hatırlayamıyorum:((




Kasketli bir adam bize bakıyor. Gözlerinin içi gülüyor, yüzü gülümsüyor..


Beyaz örtülü bir kadın, elbisesi biraz tuhaf!! bana sarılmış ağlıyor..
*kuzum, kıvırcık kuzum.

İçli içli ağlıyor, yanık yanık ağlıyor, sessiz sessiz ağlıyor. Tıpkı benim gizli gizli ağladığım gibi ağlıyor bu kadın..

Kendi bebesinin başında bekliyemedi, onu yeterince sevemedi ama torununu sevdi, ninnisini söyledi..
Bu sarmaş dolaş zaman; ilk ziyaretin karşılaşma anına ait bir görüntümü, yoksa ilk ziyaretin veda anına ait bir görüntümü bunu bile tam hatırlamıyorum.

Lakin bende ağlıyorum, bağıra bağıra, hıçkıra hıçkıra...

Seni çok sevdim şapkalı amca, örtülü teyzeee:((









HATIRALARIN AYAK İZİ..

AYRILIK.. -24


Size ne kadar geldi yokluğum, örtülü teyzenin yanında, koynunda ne kadar uyudum?.

Bir haftamı, on beş gün mü?.. Daha mı az, daha mı çok?.

Ne kadar kaldılar bizde, karşılaştığımız anda mı sarılıp ağlaşmıştık, ayrılırken mi?.

Kavakların gölgesinde kalan bir tren istasyonunu, ağlayan beyaz baş örtülü kadını, kompartmanı, peynir kokusunu, bozulan treni, dağlardaki çiçekleri, rayları, Basmane'yi, Mukaddes ablayı, ninni sesini, alaca karanlığı, rüzgarın fısıltısını, kumruların kıkırdamasını, bu evdeki ilk günümü, tuvaleti bulamadığımı, karşımda gülen ablam ve annemi birde çirkin maymun dedikleri günü hatırlayabiliyorum da (hemde daha küçüktüm o zaman):

niye örtülü amca ve ve kasketli teyzeyi!!! öffff bak yine yanlış dedim, keşke adlarını bilseydim.. örtülü teyze ile, kasketli amca ile ilk karşılaşmamı, ayrılmamı, neler hissettiğimi, yanlarında ne kadar vakit geçirdiğimi de ......de, ....da, ....da hatırlasaydım. Keşke, keşke, keşke. 

Hatırlamıyorum ama.   



Beynimde; yeşilli, sarılı, kırmızılı, beyazlı onlarca görüntü. 
Bir kısım var ki, orası simsiyah. 
Tüm hatırlayamadıklarım orada sanki.

Sanki bir ip koptu, parçalandı, boşluk oldu,



sonra ip bağlandı, düğümlendi, birbirine kavuştu.. Tıpkı ben gibi.

Şimdi minicik avuçlarımda yeşil bir fidan var. Onu kalbime ekeceğim. Büyümesini bekleyeceğim.

Yeşil fidan; beklemek demek, özlemek demek. 
Toprak; sevgi, birazda ana kokusu gibi.

O fidanı kalbime ekmek ise, kavuşmak gibi..
Sarılmak gibi, sarmalanmak gibi... 














HATIRALARIN AYAK İZİ..

ÇATI AKTI.. -25






Kış bastırdı eni konu. Gökyüzü çok sesli bir bando, ayrıca çok da gri. Bu sözleri annemden duydum. Böyle diyor gök gürlediğinde.

Yağmurlar yağıyor bardaktan boşanırcasına. Bizim evin çatısı akıyor. Öndeki divanlı oda leğen dolu:))
Şıp şıp şıpp, her yer ıslak, her yer damla damla, her tas, her leğen doldu; koş mutfağa bul yenisini..
Sandık ıslanmasın, divana su damlamasın..
Koş, koş, çabuk koş. Çabuk getir leğeni.


Olsun; hayat çok güzel, sokağımız çok güzel, evimiz çok güzel. Annem bile çok güzel!!.

Misafirlerimiz gideli çok oldu. Gitsinler, yine gelecekler. Ben camda bekleyeceğim onları.

Artık şapkalı amca, örtülü teyze dememe gerek yok, isimlerini öğrendim çünkü: Kamil amca, Saadet teyze:)



Aslında bize çok misafir geliyor, bazıları gece yatıya da kalıyor ama ben nedense en çok Kamil amca ve Saadet teyzeyi sevdim. Onlarda beni sevdiler.

Şimdi hatırladım; ben onlar giderken çok ağladım. Gökyüzü de onlar giderken ağladı. Kış yağmurları o zaman başladı.

Babam:
*ağlama dedi. İsimlerini söyledi ve yine gelecekler dedi. Uslu durursan seni onların memleketine götürürüm gelecek yaza..

Gülüverdim:))

Yağmur çok güzel, pencerede beklemek güzel. Pıt, pıt, pıt diye, şıp, şıp, şıp diye yağan yağmur sesi ne güzel.

Yağmurun çıkardığı bu sesleri seviyorum da, gök gürültüsünü hiç sevmiyorum. Şimşek çakmadan hemen önceki o kabus sesi.

Korkuyorum o sesten. Gök gürültüsünden çook korkuyorum.


Kim korkmaz ki..


Kış günleri çok kısa. Akşamlar çabuk oluyor, geceler çabuk geçiyor. Gök gürültüsü beni, en çok gece korkutuyor. 

Kış soğuk. Dışarı çıkmak neredeyse imkansız yağmurlu günlerde. Saçak altlarında saklanıp yağmuru seyretmek de imkansız.

Yaz öylemi ya?. Günler upuzun. Akşamlar uzun. Geceler uykuda bitiveriyor. Yaz yağmurlarında ıslanmak üşütmüyor. Saçakların altında yer bulmak, yağmura el uzatmak, damlaları yakalamaya çalışmak eğlenceli.

Gözümün, etrafı rahatça görebildiği kadar gün ışığında, göklerin gümbürtüsü bile o kadar korkunç gelmiyor bana.

İşte ben bu nedenlerden;

'Kış Yağmurları' nı değil, 'Yaz Yağmurları' nı seviyorum.

Ve her damlanın düştüğü yerde, etrafını saran 'Hare'leri..

Ya sen?..   










HATIRALARIN AYAK İZİ.. 

Bölüm 2

GÜN AĞARIRKEN..-26





Aralık 2011, sabaha karşı..
************************


Göklerin bando çaldığı bir geceyi ardımızda bıraktık. Tan yeri ağarmak üzere. Sabah ezanı okundu okunacak.

Kaşlarını çatmış, yeryüzüne kara kara bakan bulutlar, dağılmış çoktan. Tatlı bir kızıllık hakim hem yeryüzüne, hem gökyüzüne.. 

Öyle üşütmeyen bir esinti var ki balkonumda, toprağın kokusunu taşıyor burnuma. 

Toprağın kokusunu, hayatın kokusunu, hatıraların kokusunu..

Bütün gece balkondan dışarıyı seyrettim. Güneşin doğuşunu karşılamak istedim birde saba makamında okunan ezan sesi ile titremek..

Yalnızdım bu saatte. Bir ben vardım dışarıda, birde kumrular ve serçeler. Cadde ıslaktı, kaldırımda ki eğriliklere yağmur sularından birikintiler olmuştu. Birikmiş yağmur suları ve etrafında hareler.

Yalnızdım bu saatte. Mevlana'nın bir sözü aklıma geldi birden aklıma: 
'Yanımda kimse olmadığından değil yalnızlığım,
yanlız olduğumu söyleyeceğim kimse olmadığından,
yanlızım ben.'

Ellerimi semaya açarak, ahenk dolu bir sesi dinledim. Hala yanlızım, ortalık epey aydınlandı, bu kez de bir şarkı dilime dolandı:

'Gün ağarırken, boynum bükülür
Dalarım uzaklara, gönlüm sıkılır.
Sorma ne haldeyim, sorma kederdeyim
Sorma yangınlardayım zaman zaman.'

****                                          

Aynı gece 4-5 saat önce..
********************

Önce pıt, pıt, pıt diye yağan bir yağmur sesi, sonra gökler yarıldı sanki..

Akşam misafirim vardı. Çaylar içildi, sohbet neşe içinde geçti. Bir ara telefonum çaldı, arayan Faylat'tı.

Faylat..

Osman amca ve Kezban teyzenin küçük kızı Faylat. En küçük çocuğu Halil'di. En büyük çocuğu ise Sultan. Sultan abladan sonra sırasıyla; Remzi, Nezahat, Faruk, Faylat ve Halil.

Yaz yağmurlarının sedefli inciler gibi çiselediği bir günden, 1979 yılının haziran ayında uzaklaştırıldığım şehrimden, o çok sevdiğim sokağımdan, çocukluğumdan bir sesti Faylat..

Fazla uzun konuşmadım, Faylat'la da, annesi Kezban teyze ile de. Hem misafirlerim vardı, hemde şaşırmıştım aramasına, numaramı saklamış olmasına..

Sohbetler bitti, geç saatte misafirlerim gitti. Ortalığı toparladım. Bardakları, tabakları bulaşık makinasına attım. Yağmur hızlanmıştı. Üstelik akşam Faylat aramıştı.

Şaşırmıştım; hem aramasına, hem telefon numaramı saklamış olmasına.

Şöyle ki: 

1979 yılını, 1980'e bağlayan yılbaşı tatilinde İzmir'e gittim bir kez daha. Sevmediğim bir yılbaşı tatiliydi. Hatıralarımdan büyük bir bölümünü silip attığım bir 31 aralık günüydü tekrar gidişim Arap Fırını Caddesine, sokağımıza. Sadece Sema'lara uğradım. Üzgün olmadığımı göstermek ister gibi.. Fazla oyalanamadım, annem ve ablam görür de, niye geri geldin diyerek kızarlar sandım. Halbuki o sokaktan, o evden, evimizden ayrılalı aylar olmuştu. 7 koca ay. Ama o ikisinin içime saldığı korku hala hüküm sürmekteydi. Sema'ya ve annesine yaptığım ziyareti kısa kestim ve canım canım canım arkadaşım İnci'me gittim. Faylatı görmedim bile..

İkinci gidişim, 1984 yılının sonlarında, hatta tam tarihi bile hatırlıyorum: 19 kasım 1984 Pazartesi..Annem ve ablam buralardan ayrılmışlar. Sema'ya uğradım yine, kızımla birlikte. 
Sema; büyük aşkı Ayhan ile evlenmiş, hatta kısa bir süre önce doğum yapmış. Ee bebekli ev kısa ziyaret edilir. Araya yıllar girmiş, ortak anılar Sema nezdinde silinmişti anlaşılan. Sonra Kezban teyzelerin evine gittim. Kapı açıktı her zaman ki gibi, terlikler, ayakkabılar yine karma karışıktı. Faylat yoktu evde. İşteymiş. Benim memuriyetteki ilk izin ayım idare tarafından Kasım olarak belirlenmişti, ben kış aylarında izin kullanırken insanlar çalışıyorlardı. Kezban teyze huzursuzdu. Benim onlarda olduğum duyulsun istemiyor gibiydi. Sanki suçluydum yada mahallenin 'kadı kıran baş keseni ablamla annemdi de benim onlarda olduğum duyulursa cezalandırılacaklar. Adımı, yeni soyadımı, yaşadığım şehri ve iş yerimi bir kağıda yazdım oradan ayrıldım. O zamanlar evlerde telefon yok, iş yeri adresi en sabit bulunma şekli..

Aradan çok uzun yıllar geçti. 1996 Nisanında bir kez daha gittim oralara. Bu kez Faylat evdeydi. Ama her şey gibi oda değişmişti. Yıllar önce annesi ne kadar mesafeli davrandıysa, şimdi de Faylat soğuktu. Kış gibi, hiç eğlenceli anılarımız olmamış gibi..
Gelişigüzel bir sohbet, yine telefonlarımı almalar, karşılığında kendi numarasını vermemesi gibi soğuk zamanlar ve ziyaret bitti..

Akşam çok yağmur yağdı. Benim misafirim vardı. Birden telefon çaldı, arayan Faylat'tı...

                                         ***

Tekrar sabaha karşı..
************

Artık gün ağardı. Bilmem neden bu gece uykum kaçtı. Güneşin doğuşunu izlemek istedim, birde saba makamında okunan ezan sesi ile titremek.

Güneşin doğuşunu izledim. Tüm azametiyle gökyüzünde yükselişini seyrettim. Ezanın sesini dinledim. Yarabbim şükürler olsun sana dedim.

Yine Mevlana geldi aklıma:
'Bedenler; ağızları kapalı testilere benzerler.. Her testide ne var? sen ona bak'

Benden geriye gittim bu gece. Birde baktım onlarca iz, onlarca hece.

Şimdi biraz uyumalıyım, uyanınca izleri sıraya koymalıyım. 

Göklerin bandosu sustu, şimdi kulaklarımda önce keman sesi gibi usul usul, sonra tempolu bir ses..

Tararay taray tarayrayray, ....rap, rap, rap...

Hatıraların ayak sesleri..


  









HATIRALARIN AYAK İZİ..

RAP RAP SESLERİ.. -27




Ocak 2012
**********

Aradan geçen birkaç hafta hatıraların kafamda şekillenmesi ile geçti.

Yavaş yavaş hatırlıyorum her şeyi. Aslında bu ifade yanlış oldu. Hep hatırlıyordum çocukluk günlerimi ama herşey parça pünçük. Bir oradan bir buradan. Bir üç yaşımdan, bir on üç-on dört yaşımdan. 

Kafamdaki rap rap diyerek gelen ayak seslerine kulak kesildim:
* Yaz, yaz, yaz. Hatıralarının sendeki izlerini yaz. Hatırladıklarını yaz. Doğru yaz. Hepsini yaz. Seni üzenleri yaz. Mutlu edenleri yaz. Korkularını yaz. Mutluluklarını yaz. Özlemlerini yaz. Hayallerindeki seni yaz. Olduğun seni ve olamadığın seni. Ne yazarsan yaz.

Unutmamak için. Unutulmamak için..

Hatıraların Ayak İzleri böyle doğdu. Yazmaya karar verdiğimde hatırladığım kadarıyla en geriye gitti zihnim. Ve treni, tren yolculuğunu o zaman hatırladım. Yazdıkça yazasım geldi, anlattıkça anlatasım. 

Yazdıkça hatırladım, paylaştıkça rahatladım. Bazen yazdıklarıma, hatırladıklarıma en çok yine kendim ağladım.

Hatıraların ayak izleri dedim. Çoğul.. Daha tuşlara ilk dokunduğum anda bunun bir-iki anı anlatma ile sınırlı kalmayacağını anlamıştım. İzler o kadar sık ve derindi ki; bir, iki üç, on, yirmi, yirmi beş.. devamı geldikçe anladım, her bölümde biraz daha büyüdüm.

***

Yağmur şiddetini arttırdıkça, annemin akan çatıya kızgınlığı da artmaktaydı. Evdeki tüm leğenleri, kovaları, sinileri üst kattaki ön odaya ve yatak odasına paylaştırdık. Sini-kova koyamadığımız yerlere naylonlar serdik.
Üst Kat

Koş in mutfağa leğen getir, koş çık yukarı kova götür. Ben bile yoruldum yağmur. Sen yorulmadın mı?. 

Üst katı yağmurdan koruma tedbirlerini aldıktan sonra, hep birlikte inerdik aşağıya. Ablam evli. Hep birlikte derken kastettiğim annemle babam, birde ben. Canım babam..
Alt Kat
Ben en çok alt katta ki odamızı seviyorum. Bunun birçok nedeni var. Şimdi akşam ama ben gündüzden başlayayım saymaya:

-Sokak kapısı yakın. Alt kat penceresinin önünde oturup yağmuru ve Hamdi bey amcaların evini rahat izleyebiliyorum. Üst kattaki pencereden yeteri kadar göremiyorum ve odanın balkonuna çıkmam da yasak.

-Zaten çıkmaz sokağın en dibindeki küçük evde oturuyoruz, pencereden sadece kapımızın önü görünüyor diye üzülüyorum. Burada oturursam hiç olmaz ise sokakta bağırıp çağıran çocuk sesleri olursa hemen duyuyorum ve çıkıyorum kapıya.

-Alt kattaki küçük odada ayna var. İstediğim zaman sandalyeye çıkıyorum ve kendimi seyrediyorum. Ayrıca duvardaki kurmalı antika saati çok seviyorum.

-Kapı çalındığında koşarak gidip açmak daha kolay.

-Akşamları yukarıdan aşağıya tuvalete yanlız inmeye korkuyorum. Sıçan çıkacak, altımı ısıracak diye. Halbuki alt odada oturursak babamın, annemin, radyonun sesini duymaya çalışmaktan sıçanların sesini duymuyorum.

-Akşam yemeğinden sonra şavkımızı gören Hamdi bey amca hemen ıhlamur veya çay içmeye çağırıyor bizi. Tabi bende Nermin ile kartpostal oynuyorum..


***

Karnım acıkmasa, uykum gelmese, ne iş yerinde nede evde beni yazmaktan alıkoyan görevlerim olmasa.

Yazdıkça yazmak, yazarken tekrar tekrar yaşamak. Yirmi beş sayfa yazmışım, kim bilir ne çok şeyi de anlatmadan atlamışım. Yada hatırlayamamışım..

Mesela; hep Gülseren ablalardan, Havanım teyzelerden, Müzeyyen Hanım teyzelerden bahsetmişim. Nadiren de başkalarından. Halbuki çok olaylar, çok tanıdıklar, çok komşular, çok hüzünler, çok sevmeler, çok sevilmeyi düşlemeler de var anılarımda..

Mesela; köpük tutmacayı sonra anlatırım demişim ama anlatmamışım hala.

Mesela;cimciklenmelerimi, çamaşır sopası ile tanışmamı, çirkinsin yakıştırmalarını anlatmışım da, sevgiyle okşanmalarımı, kucaklanmalarımı, çok akıllı bu çitlenbik diyenleri fazla hatırlamamışım, fazla anlatmamışım..

Yokkii, daha doğrusu; takdirsel söylemler annem ile ablama ait değildi. Bu yüzden eksi izler derinde, artı izler balon gibi uçmuş gitmiş gökyüzüne..

Mesela; Faylat ne zaman ve nasıl girecek hayatıma şuan bilmiyorum. Çünkü hala ilk, bir-iki yıl etrafında dönüp duruyor anılarım.

Üç yaşında başlayan bu hikaye, dört beş yaşını ancak bulabildi yirmi beş bölümde..

Yirmi altı, yirmi yedi anılara bir gidip bir gelmeli..

***
Kapı çalınıyor. Nermin geldi herhalde. 


*cicianne, bize gelecekmişsiniz. Babam çağırıyor.
*tamam, tamam kızım geliriz. Zaten evde ne oturacak yer kaldı, ne yatacak yer var...








HATIRALARIN AYAK İZİ..

KARTPOSTAL.. -28




İçeri girdiğimizde mis gibi, kavrulmuş kestane ve portakal kabuğu kokuyordu.

Bu kokuyu net hatırlamamın nedeni; ilk kez soba üstüne portakal kabuğu konduğunu gördüğümden olabilir.. O acı, tütsülü değişik portakal kokusu ile kestanenin kendine özgü buğulu kokusunu hiç ama hiç unutmadım. Birde gecenin daha sonrasını..


Hamdi bey amca tüccardı daha önce dediğim gibi. Manifaturacı. Durumları çok iyiydi. Bu güzel evin beyi, efendisi..

Kocaman evin demir sokak kapısından içeri girdiğinizde, üç minik merdiven ve yüksek tavanlı büyük bir taşlık karşılardı bizleri. Duvarları tavana kadar su yeşili yağlı boya ile boyanmış. Dokunduğunuzda kaygan bir duvar. Sizi; zar gibi, tül gibi, şifon gibi ince bir şeye dokunuyormuşsunuz hissine boğan. Kapılar beyaz yağlı boya. Kireç gibi beyaz, birçok kez üst üste boyanmış gibi de kalın bir tabaka..   

Hamdi Bey Amca ve  Havanım Teyzenin evlerinin, alt kat planı. Hatırladığım ve çizebildiğim kadarı ile. Benim gördüğüm ilk Konak,Villa,Saray. Çok güzel çok.
Keşke babam, ben, Sadet teyze, Kamil amca, plastik bebeğim, boncuk bileziğim birde mendillerim burada yaşasak.
BU EV BİZİM OLSA.. 

Taşlık, yani karşılama odası enikonu günlük oda şeklinde. Havanım teyze, yazın eğer avluya çıkılmamış ise, hep burada ağırlıyor bizleri. Ama kışın, girişin sağında kalan, pencereleri dış avluya bakan, bir tarafı boydan boya gömme dolaplı, bir tarafı yüksek camlı geniş oturma odasında oturuluyor. Üst kata çıkan merdivenlere bakan küçük pencereyi zaman zaman açıp, ısıyı evin diğer bölümleri ile paylaşıyorlar çok soğuk olmayan havalarda. Bu pencereye en yakın mesafede ise büyük kömür sobası kurulu..


Biz odun sobası ile geçirirken kışımızı, onlar kömür sobasının ısısı ile salınırlardı bu koca evde..

Onlarda kömür atma kovası,
Bizde odun karıştırma maşası..


Dediğim gibi ev kestane kokuyordu. Mis gibi. Hamdi bey amca ile babam, annem ile Havanım teyze başladılar hararetle sohbete. Biz Nermin'le kartpostal oynayacağız.

Nermin'in bir yığın kartpostalı var. Manzara resimleri, şehir, bebek ve çocuk resimleri. Ev hayvanlarının ve kuşların resimleri. En güzelleri de simli kar ve yeni yıl kartları..

   

Hareket eden vapurda, gözün takip ettiği en kocaman köpüğü tuttum dedikten sonra, dağılıncaya kadar, en fazla sayı sayanın bir dilek tutma hakkı doğuyor ya (gerçi tek başına oynarken kaça kadar saydığın önemli değil her halükarda tuttuğun köpük dağılınca dilek tutabiliyorsun) ; kartpostallarla da buna benzer bir oyun oynuyorsun..





Kartpostal veya oyun kartları(iskambil) nı, üst üste koyarak kuleler yada kaleler yapıyorsun. Elindeki tüm kartlar ile yıkılmayan bir bina inşa edersen (ister üst üste, ister dizili yeter ki birbirine değsin) ve oyun başlarken kararlaştırdığınız sayıya kadar rakibiniz sayarken kartlarınız yıkılmaz ise kazanıyorsun. Dileklerin gerçek oluyor:))

Güzel oyun..

Başladık kartları paylaşmaya:

-Ceylanlı-karlı-rengarenk ışıklı, simli kart onun.
-Karlı-kuleli-orman şatolu, simli kart onun.
-Geyikli kızaklı-gülen beyaz sakallı dedeli (noel baba), hediye paketli, simli kart onunnn.:((
-Üstü simli tombul, şirin bebekler, hayvanlar, evler kısacası tüm güzel kartlar onun...

-Vapurlu-saat kuleli-köşesinde İzmir yazan düz kart benim.
-Ağlayan çocuklu-düz kart benim.
-Islak kedi-köpek-kafeste kuş resimleri olan düz, parlak kartlar benim.
-Yazılarını okuyabildiğim: Ru-me-li Hi-sa-rı, An-tal-ya, An-ka-ra, Top-ka-pı Sa-ra-yı, A-nıt-ka-bir O Öl-me-di yazan bir amcanın (ATATÜRK amca) ve bir binanın resmi olan düz, parlak kartlar ile kıyısı köşesi kırışmışlar benimmm:(((

Bir tane bile simli kartım yok. Karlı resmim, mutlu yüzlerim..

Yok, yok işte.

Güzeller hep Nermin'in.

Başladık kuleler yapmaya. Ben ilk kez yapıyorum. Bir-iki kartı koyuyorum yan yana, hoop yıkılıyor. 



Kale de yapsam, kule de yapsam parlak kartlar veya kırışık kartlar birbirini tutmuyor. Nermin'e bakıyorum da elindeki kartlar bitmek üzere. İki katlı kulenin dibine birde kale yapmış. Biraz değiyor kuleyle kale birbirine, Nermin'in keyfi oldukça yerinde.

Bir oynadık o birinci.
İki, üç, dört,....
Hep o birinci. 

Birinci olmaktan geçtim, ikinci katı bari inşa edebilseydim!!.

Neredee..

Başladım ağlamaya.

Nasıl olsa at istemiyorum, ağlayabilirim.

Nasıl olsa kendi yapamadığım bir şey için ağlayabilirim.

Nasıl olsa babam burada ağlayabilirim.

Nasıl olsa bağıra-bağıra değil, içli-içli, sessiz- sessiz ağlıyorum, ağlayabilirim..

Babam kartlarım simli değil diye ağladığımı anladı:

*ağlama kızım, en güzel kart sende. Niye ağlıyorsun ki. Seninkinde Atatürk var, bak Nermin'de yok..Ben sana anlatacağım bir gün Atatürk'ü..

Sustum mu?. Yoo.
Devam ettim sessizce ağlamaya. Ya dileklerim gerçek olmazsa..

*zaten ben biliyorum Atatürk amcayııı. Düşmanları denize attı..

Hamdi bey amca kızgın kızgın baktı Nermin'e:

*neden ağlattın çocuğu?
*ben ağlatmadım beybaba.
*niye ağlıyor öyleyse masum.

-masum ne ki?.

*kule yapamadı diye.
*almışsın tırtıklı kartları kendine, tabi yapamaz çocuk. Bir daha oynayacaksınız şimdi. Ver kartlarını çocuğa, sende onunkileri al.

Bu kez Nermin başladı ağlamaya. Sessiz sessiz. İçli içli...

Benim yüzüm güldüm. O ağladı.

Havanım teyze, anneme baktı. Göz kırptı, olur böyle şeyler, onlar çocuk dedi.

Annemse bana baktı.

Dışarıda hala yağmur yağıyor, gök gürlüyor, şimşekler çakıyor. Bir yerlere yıldırım düşüyor..

Annem bana baktı, gözlerinde şimşekler çaktı.

Yarın sabah bir yerlerime yıldırımlar düşecek..
Nereme mi?..
Bilmem, bunu annemin yarın sabah ki ruh hali belirleyecek...


   

HATIRALARIN AYAK İZİ..

İLAÇ KUTUSU.. -29





Günümüz
**********

Daha ne çok şey var anlatılacak. 
Gözlerimin saçaklarından damlayan yağmur taneleri, ay ışığını çevreleyen hareler gibi anılarımı çevreledi durdu bu gün yine..


Düşen her damla daha büyük bir halka oluşturdu. Hatırladıkça yazdım, yazdıkça hatırladım.

Yazdıkça, ne çok şey varmış anlatılacak dedim durdum..Ayrıntılara fazla girmedim daha, ayrıntıların çok azını anlattım, anlatabildim..

1968'lerde 1969'lardayız dedim mesela, ama 68-69 kuşağını anlatmadım doya doya. 

Nasıl yaşanırdı..Nasıl gezilirdi. Evler nasıl döşenirdi..Otomobil markaları nelerdi. Neler giyilirdi, moda neydi yani..Saçların topuzları, sakalların uzunlukları nasıldı.. Seyyar satıcılar, mağazalar neydi popüler mallar..En çok neler alır, nelere para harcardık. Yemekte neler pişirirdik o eşsiz zamanlarda. Sofra adabı nasıldı mesela..Akşamları nasıl sohbet ederdik, sohbet konularımız nelerdi..

İktidarda kim vardı hatırladım mı??. Devleti yönetenler kimlerdi..Halk yönetimden memnun muydu?, yoksa şikayet eden çok muydu?..

Televizyon girmiş miydi hayatımıza?, yoksa 'Radyo Tiyatroları, Arkası Yarınlar' mıydı hala revaçta.

Ramazanlar, bayramlar, kurbanlar nasıl, nasıl geçerdi ki. 
Kadifekaleden gelir topun sesi, çocuklar verir iftarın müjdesini. 
Bayram gelenekleri, bayram şekerleri, mendiller, lokumlar, şeker tadında ebeveyn ve akraba-i taallukat ziyaretleri..

Nasıl, nasıl geçerdi ki..Günler, geceler..



Yuri Gagarin Uzaydan görmüşmüydü dünyamı, Neil Armstorng yürümüşmüydü Kamer'imde..

Faylat'lar taşınmış mıydı mahalleye, Doktor Gönül evlenmişmiydi ünlü Efes Otelinde..

Aylalar, Nurtenler muhteşem Lozan Meydanından Apartıman (apartman) almışlarmıydı o zaman, Sema'lar gelmişmiydi onların yerine Agora'dan..

Gönül Doktor'un ailesi gitmiş miydi bu muhitten, Doktor Nükhet ölmüşmüydü nefes borusuna kaçan bir parça peynirden..

Dilek'le Fatih'in babası kaçmışmıydı evliliğinden, kır saçlı Ayla hanım bıkmışmıydı 'Milli Şefin' evini görmeye gelen gazetecilerden, filmcilerden..

Bundan sonra tam sıra hatırlayamıyorum. Bir hatırlıyorum 68'ler den, bir sonraki anı belkide 70'ler den, 74'ler den..     


***
Bir daha Nermin'lere gidersek, kart oynamayacağım. Oynamazsam Nermin küser ama napalım. Nermin küserse annem beni yine döver. 

Acaba ben küstüğümde, Havanım teyze de kendi çocuğunu dövüyor mu böyle?..

Birkaç gün aralıksız yağan yağmur kesildi, annemle birlikte kovaları, leğenleri aşağıya taşıdık. Evi düzelttik. Ben artık sadece bakkala yada ekmek fırınına gitmiyorum, ev işlerine de yardım ediyorum.

Süpürge yapmak, toz almak, taşları silmek, divan örtülerini ve yatağı düzeltmek ilk günler eğlenceli gelir her yeni öğrenen çocuğa. Bana da çok eğlenceli geliyordu çünkü..

Babam gider gitmez ev işlerimizi yapıyoruz annemle. Benim daha küçük olduğum göz önüne alınırsa yinede baya iş öğrendim. Bulaşık yıkayabiliyorum mesela, ığğ.. Küçük odayı süpürebiliyorum:), yatakları düzeltebiliyorum. Kömürlükten odun taşıyabiliyorum:(, Pazardan gelirken büyük fileyi de taşıyabiliyorum, vs, vs.. Bunları öğrenmek eğlenceli idi ama annemin sık sık dediği bir şeyden bu gün bile gıcık kaplar içimi:
* ettiğin ele ise, öğrendiğin kendine :(((

Bütün işler bitince dışarı çıkıyorum üstüme kalın hırkamı giyip.. Sokak başında Doktor Gönül'lerin evinin köşesinde Mekke Yokuşu merdivenlerinin ilk basamağında oturuyorum. Gelen geçeni seyrediyorum..



Daha önceleri de paylaştığım merdivenlerin genel görünüşüne ait bir foto. (üstte)
İlk basamak yan duvarı sarı olan Doktor Gönül'lerin evinin önünden başlardı ve benim en çok oturduğum basamak..
(alttaki foto).. 


Hep ilk basamakta oturup, Gönül hanımların mutfak penceresini açmalarını ve renkli, çeşit çeşit ilaç kutularından bana da vermelerini beklerdim..

Mahallenin çocukları pencerenin altında toplanır:
*doktor abla kutu getirdi mi? diye sorarlar, boş ilaç kutuları veya tıbbi eşantiyonlar biriktikçe uzanan ellere tutuşturulurdu. Kime ne denk gelirse..







Ben hiç bu kadar güzel kutulara denk gelemedim nedense :((





Böyle derecelere de..

Bana denk gelenler nedense:




Genellikle bunlar gibi sade olanlardı :(

Hele hele doktor abla evlenip de buradan gittiği güne kadar asla en çok istediğim,



 Aspirin Çocuklar İçin'im olmadı..














HATIRALARIN AYAK İZİ..

ELİF'in KAĞNISI.. -30



Yaz mı geldi, yoksa kış mı bitti gitti. 
Daha çok sokağa çıkar oldum. Annemin de işi çok çünkü. Patikler, hırkalar örüyor, amerikan bezlerini beyazlatmaya yatırıyor. Kundaklar işleniyor, zıbınlar dikiliyor. Ben kah merdivenlerin ilk basamağında, kah o meşhur evin önündeki çocuk grubunun en arka sırasında, bu sokakta oturuyor olmanın hazzını duyuyordum.

Bazen bizim merdivenlerimizdeki Ayla teyzelerin evine okul çocukları gelirdi gruplar halinde. İlkokul çocukları, ortaokul çocukları, hatta liseliler..

Atatürk'ün en yakın silah arkadaşı, İsmet Paşa'nın doğduğu evmiş orası. Bu nedenle, kah Mekke Yokuşu, kah İki Çeşmelik Merdivenleri, kah İsmet Paşa Merdivenleri idi bizim oraların adı.

Aaa Atatürk ha!. Aaa İsmet İnönü'nün doğduğu ev ha!..

Ne güzel. Bak leylek koskoca Atatürk'ün arkadaşını bile bizim sokaktaki bu eve getirmiş ha. Keşke beni de, babamı da o eve getirseydi. Ya da Hamdi bey amcaların evine. Ah leylek ah..

    
O evin tam karşısında oturmak, gelecek okul çocuklarını beklemek, kurulan kürsüye ve mikrofona hayran hayran bakıp hayallere dalmak en sevdiğim zamanlardan biriydi. Tıpkı bu günkü gibi, bugün bayrammış çünkü. Aslında benim çok fazla 'en çok sevdiğim ve en az sevdiğim zamanlar' var ya her neyse.. Bu okul ziyaretleri de en çok sevdiğim zamanlardan. 

Hatta o tiz, kulakları sağır eden zırlama eşliğinde yapılan mikrofon çalışması denemelerini bile çok seviyorum.

Ben de bir gün okula gideceğim, şiirler ezberleyeceğim, İsmet Paşa'nın evinin önünde mikrofon elimde kendimi göstereceğim..Elimi kolumu sallayarak, gözlerimi kırpıştırarak, bazen bağırıp, bazen kısık sesle, sonunda mutlaka ağlayarak şiirlerimi okuyacağım..

O zaman çok alkış oluyor. O zaman herkes şiir okuyan kızın başını okşuyor, o zaman herkes ona afferin cici kız diyerek seviyor da, sevgisini söylüyor da..

Elifin Kağnısı diye bir şiir var. Bir iki kez daha duysam ezberleyeceğim, ama bir türlü ezberleyemedim. Henüz okula gitmiyorum, kitaplarım da yok. Bayramdan bayrama duyuyorum şiiri, ilk kıtaları yada ara ara satırları bilsem de tamamını ezberleyemiyorum..

Büyüyünce adımı değiştireceğim. Adın ne diyenlere Elif diyeceğim. Adımı sevmiyorum. Benim adım ile annemin adı aynı. Niye ki. Bir türlü anlamadım. Herkesin annesinin adı ve kendi adı farklı, ama benimki aynı. Adımı hiç sevmiyorum. Gerçi Faylat'tan iyi. Faylat kim mi?. Galiba yeni arkadaşım, yada yakında onunla arkadaş olacağım.

Gülseren ablaların evinin en alt katına, o karanlık bodrum katına yeni birileri taşınmış..Ne zaman taşındılar, hangi ara geldiler, yerleştiler bilmiyorum. Annemle Havanım teyze konuşurken duydum, kalabalık, fakir bir aileymiş gelenler. Galiba Mardin Kızıltepe'nin bir köyünden gelmişler, yada başka bir yerden. Yakın senelerde fındığa, pamuğa, tütüne veya buna benzer işlere mi gitmişler ne. Sonra bıkmışlar göçebe gibi gezmekten. Birkaç denk yatak yorgan, birkaç parça kap kacak doğru İzmir'e ekmek peşine..Büyük olanların hepsi çalışacak, bellerini doğrultacaklarmış.
*zor... diyor annem. Geçdiğimiz kışta kıyamette odun yok, soba yok iyi idare etmişler. Ev sahibi çocuk çok diye çıkarmış garibanları. Şadi'ler (hala Gülseren ablanın eşinin adından emin değilim, Şadiye teyzeyi diğer oğlu Vecdi beyi, Orhan beyi hatırlıyorum ama Nermin ile Nesrinin, Melih ile Reha'nın babasının isminden emin değilim, ben ona Şadi bey amca diyeceğim.) Kemeraltı'nda fındık satarken, çocuklarına iş bakarken tanımış. Şimdi de bu evi kiraya vermiş, az bir paraya.
*yok... diyor Havanım teyze. Adam tek başına gelmiş buralara, bakmış iş bulabilecek, gitmiş almış karısını, kızını. Geçen gece yağmurda güç bela atmışlar kendilerini Basmane'den buraya. İki yatak iki yorgan birde ispirto ocağı var ortada yanan. Hem ısıtır, hem pişirir.

      
Zırrrrrrrr, cızzz, ssıııısss, cızcız, cız, zzzııııırr, pıss.
Ay bu sesler de ne. Gaz ocağının sesi, mikrofonun sesi hepsi birbirine karıştı gitti, Dalmış gitmişim işte. Bir yanda yeni komşumuz ve sabah ismini öğrendiğim küçük kızı Faylat, bir yanda kürsü hazır, mikrofon hazır, öğrenciler geldi, bayrağı taşıyacak çocuk kapıya dikildi. Önce bir öğrenci, sonra bir öğretmen daha sonrada müdür günün anlam ve önemini söyledi.  23 Nisan sizin Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınız dedi..

Demek ki bahar geldi, kış bitti.

Annem bir yığın zıbın, bez dikti.

Karşımızda ki kapı, açılır kapanır oldu. Yeni bir komşumuz ve yeni bir arkadaşım oldu. (Ne çabuk?)

Bir kız çıktı kürsüye, saçlarında beyaz iki kurdale. Burası Ata'mızın silah arkadaşının evi, şimdi dikkatle okunacak şiiri dinlemeli:


       ELİFİN KAĞNISI

Uzaktan bir ses var,hazin mi hazin.
Semaya inat, sehere kızgın,
Rüzgara dargın.
Bu Elif’in Kağnısı mı ne?
Yavaş yavaş göründü ufukta,
Kocabaş yorgun, aç ama mutlu.
Yaklaştı ses, uzaklaştı umutlar,
Geri gelmez mi varlıklar.
Bu Elif’in Kağnısı,
Gelen kağnıya serilmiş yollar,
Boyun bükmüş ağaçlar,
Selam durmuş insanlar.
Bu gelen Elif’in kağnısı,
Yürü kocabaş ,ıslanmasın mermiler,
Darda kalmasın mehmetçik,
Yetişmemiz lazım sehere,
Gıcırdama ey kağnı,
Duymasın namertler,
Bu gelen Elif’in Kağnısı.
Şair: Mehmet Talip Bilgil

MUSTAFA KEMAL İN KAĞNISI
Yediyordu Elif kağnısını
Kara geceden geceden
Sanki elif elif uzuyordu inceliyordu
Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar
İnliyordu dağın ardı yasla
Herbir heceden heceden
Mustafa Kemal´in Kağnısı derdi kağnısına
Mermi taşırdı öteye, dağ taş aşardı
Çabuk giderdi, çok götürürdü Elifcik
Nam salmıştı asker içinde
Bu kez herkesten evvel almıştı yükünü
Doğrulmuştu yola, önceden önceden
Öküzleriyle kardeş gibiydi Elif,
Yemezdi, içmezdi, yemeden içmeden onlar
Kocabaş çok ihtiyardı çok zayıftı
Mahzundu bütün Sarıkız, yanısıra
Gecenin ulu ağırlığına karşı,
Hafiftiler, inceden inceden
İriydi Elif kuvvetliydi kağnı başında
Elma elmaydı yanakları, üzüm üzümdü gözleri
Kınalı ellerinden rüzgar geçerdi daim
Toprak gülümserdi çarıklı ayaklarına
Alını yeşilini kapmıştı, geçirmişti
Niceden niceden
Durdu birdenbire Kocabaş, ova bayır durdu.
Nazar mı değdi göklerden, ne?
Dah etti, yok. Dahha! dedi, gitmez.
Ta gerilerden başka kağnılar yetişti geçti gıcır gıcır
Nasıl durur Mustafa Kemal´in Kağnısı
Kahroldu Elifcik, düşünceden düşünceden
Aman Kocabaş, ayağını öpeyim Kocabaş,
Vur beni, öldür beni, koma yollarda beni.
Geçer, götürür ana çocuk mermisini askerciğin
Koma yollarda beni, kulun köpeğin olayım
Bak hele üzerimden ses seda uzaklaşır
Düşerim gerilere iyceden iyceden
Kocabaş yığıldı çamura
Büyüdü gözleri büyüdü, yürek kadar
Örtüldü gözleri örtüldü hep
Kalır mı Mustafa Kemal´in Kağnısı bacım
Kocabaşın yerine koştu kendini Elifcik
Yürüdü düşman üstüne yüceden yüceden.

Şair:Fazıl Hüsnü Dağlarca






Bir kız çıktı kürsüye, gözlerindeki yaş, gururdan mı ne?.

Mustafa Kemal'in Kağnısı mı diyecek, yoksa mermileri Elif'mi getirecek..

Aradan yıllar geçecek, bu sevgi hiç eksilmeyecek.

Dün Zafer Bayramıydı, zafer bizlere bu kağnılarda taşındı.









2 yorum:

  1. Son yazindan sonra hatiralarinin hepsini okuyorum. Dun gece ilk kismini, bu gece ise bu bolumu bitirdim. Devami yarina. Anneni ve ablani hic affedebilecekmisin acaba? Babana ne oldu? Merakla takipdeyim. Sevgiler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Canım çok teşekkür ederim bu vakit ayırmana, güzel yorumuna..Bakalım, merakına okuma hevesine sekte vurmayayım..:) Sevgilerimle

      Sil

Yorumlarınız beni mutlu ediyor.. Ziyaretiniz için teşekkürlerimle. Sevgilerimle..